31 Temmuz 2009 Cuma

Bir Doğu Gezisi

Büyükşehir'in stresinden bunalırmış insan, böyle bir yolculuğa çıkmadan anlaşılmıyor bu. On iki gün boyunca "ufak" çaplı bir doğu gezisindeydim.

Erzurum Ekspresi'nin yataklı vagonunda, otuz saatlik bir yolculuk neticesinde Ankara'dan Kars'a indim. Tren öyle bir şey ki, insan sıkılmıyor. Demiryoluna hayranım. Terk edilmiş istasyonların hüznü, yıkık binaların içinde barındırdığı anılar, gelip geçen trenler... Yolları kim bilir kaç kere arşınlamış makinistler...

Tren hep hüzün simgesi olarak kullanıldı belki şarkılarda, "kara tren gecikirdi" ya da "trenler çığlık çığlık ayrılık katar" idi... Bu kez öyle değil benim için. Mutluyum, doğuya gittikçe daha da mutlu oluyorum. Büyük şehirlerden uzaklaştıkça daha mutlu olmaya devam...

Sağımda koyunlar otluyor, solumda köylüler yeni uyanmışlar, tarlayı sürüyorlar. Öğlen 3.25'te kalkıyor tren Ankara Garı'ndan, akşam saat 9.30 gibi Kars'a varıyor. Gelişmemiş, ya da gelişmiş... Doğal ama. Eski Rus binaları hüküm sürüyor şehirde halen, Kars'ın gizli zenginleri var Kars'lılara göre ve çoğu binanın sahibi onlar. İhmalkarlar, bu yüzden binalar bakımsızlıktan yıkılacak gibi neredeyse. 12 yıl önce, Ağrı'da yaşamıştım üç yıl, o günden bugünlere oranın "doğasında" değişen bir şey olmamış. Kars'ta da halen, yolda her an bir koyun sürüsüyle karşılaşabiliyorsunuz.

İlk gün Kars Kalesi yolunda, doğaya hayran kalıyorum. Sağ-sol hep eski binaların yıkıklarıyla dolu, dağ taş harabe... Ağaçların arasında üniversitenin yerleşkesi, kim okumak istemez ki orada aslında. Kale, simge durumunda. Şehrin çoğu yerinden gözüküyor. Bir top duruyor kalede. Yerler madımak dolu(sebze olan madımaktan). Bileni az, bırakmışlar, pişirip yemiyorlar galiba. Zindanları, kale burçları... En tepesine kadar çıkılmıyor, kapısı kapalı. Bir çay bahçesi var kalede, yüz veren yok pek. Haklılar tabii, o tarih dokusunda, tüm şehire hakimken insan ne çay düşünür ne başka şey...

Kaleden yürüyerek aşağı inerken, yıkık durumdaki hamamlar, türbeler, selçuklu yapısı camiiler dikkat çekiyor. Bir tanesini Lalahan yaptırmış, sonra bir evliya gelmiş yatmış oraya, adı Evliya Camii olmuş, yani zavallı Lalahan gümbürtüye gitmiş Evliya yüzünden...

O civarı gezmek keyifli, eğer Halk Eğitim Merkezi gibi bir yer var, oradaki görevlilerle konuşabilirseniz de bir hamamı bile gezebiliyorsunuz. Kadınlar için büyük bir seferberlik başlatılmış, bilgisayar kursları açılmış. Gönüllülük yöntemiyle çalışılıyor ve gönüllüler de büyük bir şevkle halkı eğitmeye adamış kendisini. Unutmadan Kars'ta su bol, kaldırımlarda falan halı yıkayanları kimse yadırgamıyor, dağ taş dere tepe su orada. Kars Müzesi'nde de civardaki arkeolojik kalıntıları görebiliyorsunuz, müzenin hemen yanında Kazım Karabekir'in vagonu var. Orayı da geziyoruz, görevlimiz içiniz döküyor bize. "Ben bu cahil kafamla anlıyorum bunları, satıyorlar memleketi, insanlar, okumuş yazmışlar nasıl göz yumuyorlar ona aklım ermiyor işte. Ben dilliyim de biraz, sokakta konuşuyordum, arkadan bir yaşlı amca yanaştı, 'yavrum' dedi, 'kömürler, pirinçler yığılıyor her gün kapılarımıza, git de bak' dedi."

Ertesi gün rota Ani Harabeleri... Toprak bir yoldan gidiliyor, yol yapım var belli ki. (Bu arada Kars'ta da yoğun bir asfalt çalışması var, Abdullah Gül gidecekmiş, yoksa halkı düşünen yok tabii.) Bir süre sonra telefonuma mesaj geliyor, "Yurtdışında 3 SMS bizden hediye." Çok geçmeden anlıyorum ki, şebekem Ermenistan'dan almaya başlamış sinyali.(RA-ARMGSM) Sol tarafımız Ermenistan köyleri, sağ tarafımız da Türkiye'ye ait. Taksi şoförümüz diyor ki, "sorun politikacılarda, bu köylerin, insanların hiçbir sorunu yok, kendi aralarında ticaret bile yapıyorlar."

Sınırları kafamızda çiziyoruz, aramızda Arpaçay var sadece, başka hiçbir şey yok. Ani Harabeleri eskiden Jandarma izniyle geziliyormuş, artık herkese açık. Bazı spekülasyonlar var. Ermenistan toprakları oradan çok yakın, bir anfi-tiyatro yapıyorlar sanki oraya. Otobüslerle insanlar getirip seyrettiriyorlarmış harabeleri. Bir de taş ocakları var tam karşıda, halktan bazı kişiler diyor ki, Ermenistan bilerek yoğun patlamalar yapıyormuş o ocakta ki harabeler zarar görsün... Ne derece doğru bilemem tabii.

Yıkık bir kilise var harabelerde. Niye öyle yıkık derseniz, yıldırım çarpmış diyorlar. Harabelerin arazisi oldukça geniş, şöyle ki biz 4 saati aşkın bir sürede gezdik. Yolunuzu düşürürseniz pişman olmazsınız.

Kars civarında Sarıkamış ve Kağızman'ı da görebildim, Kağızman'a yağmurlu bir günde gittik. Sarıkamış'ta ise, Katerina'nın Köşkü'ne gittik ilk olarak. Eskiden oranın Askeri Birliği'ne ait bir karargah olarak kullanılıyormuş. Sonrasında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlanmış. Şu an yıkık-dökük durumda. Berbat yani, hayal bile edemezsiniz... Araştırdım, Hürriyet'ten Yalçın Doğan yazmış, ama hiçbir hareket yok halen. Orası bir otel yapılsa, hatta bir yemek yeme yeri... Ne kadar güzel olur, biraz fazla tamire ihtiyacı var yalnız şu an.

Bir gün de Çıldır Gölü kıyısından, Ardahan'a gidiyoruz. Ilgar Geçidi üzerinde bir çeşme var, hayatımda içtiğim en güzel su... Yamaçlarda kalmış karlardan da yedik.(inanın kar yenir ve çok güzeldir.) Damal'ın adını duyanınız var mı bilmiyorum, ama hepiniz dağın üstüne düşen Atatürk Silueti'ni biliyorsunuzdur. Damal Belediyesi güzel tanıtıyor ama, çok eksiği var. Öncelikle, yolun ortasında Atatürk Silueti yazan bir tabela var ama, saat kaçta düşüyor o siluet, hiçbir bilgi yok. Damal Belediyesi'nin şenlikleri de var, lakin şenlik afişlerinde de saate dair bir bilgi yok, hatta ve hatta Damal'ın sitesinde de yok... Atatürk Silueti'nin düştüğü yerde iki çocukla konuşuyoruz, ne yazık ki silueti göremiyoruz, çünkü saat 18'de düşüyormuş gölge, biz gittiğimizde henüz 12'ydi... Çocuklar her gün görüyorlarmış, biri yedinci sınıfı bitirmiş, "SBS nasıl geçti" diyoruz, "girmedim ki" diyor. "Niye" sorumuza verdiği cevap o kadar acı ki, "okumayacağım ben." Gerekçesi "paramız yok" ve "koyunları, inekleri kim otlatacak?" Baskı yap ailene, okutsunlar seni diyoruz, ama para yoksa yok yani...

Damal'ın içinde bir evden Damal Bebeği alıyoruz. Sonra da yolumuza devam ediyoruz, Türkgözü'ne gidiyoruz, Gürcistan Sınır Kapısı'na... Oradaki gümrük memuruyla sohbet ediyoruz biraz, yine harika manzara eşliğinde oradan Posof'a iniyoruz. Ardahan'a bağlı bir ilçe Posof ve orada karnımızı doyuruyoruz Öğretmenevi'nde. Yalnız insanlar o kadar sıcak ki, Damal'da herkes "buyrun silueti beraber bekleyelim" diyor bize, çaylar ikram etmek istiyorlar. Kibarca reddediyoruz, yolumuz uzun diyerek.

Posof'tan sonra Ardahan'a da uğrayarak Kars'a geri dönüyoruz. Sıradaki konaklama yerimiz Iğdır. Haydar Aliyev Parkı'nda dondurma yiyoruz ki bir dondurma ancak bu kadar güzel olabilir. Iğdır'ın iklimi oldukça değişik etrafına göre, Ağrı Dağı'nın dibinde olmasına rağmen o kadar sıcak ki... Şehir olarak daha gelişmiş. Orada bir gece kalıp, yola devam... İstikamet, Nahcıvan... Bu arada Kars-Iğdır yolu Ermenistan sınırına oldukça yakın ve yolda askerler oldukça fazla, tabii bunda terörün etkisi de mutlaka vardır.Belli bir saatten sonra yoldan geçenlerin isimlerini de yazıyorlar.

Nahcıvan'a Iğdırlı Turizm gidiyor. Azerilere çok sert davranıyorlar, içi acıyor insanın adeta. Türkiye'nin muamelesi de iç sızlatıyor Azerilere... Azerbaycan(yani Nahcıvan) tarafında, gümrükte X-Ray cihazına kadar her şey tamameken, Türkiye bavulları tek tek açtırmak gibi ilkel ve insanlık dışı bir yol izliyor. Azeriler de refleks olarak oldukça sert davranıyorlar Türkiye Türklerine... Azeriler rüşvete düşkün bu arada, "şirinlik" diyorlar rüşvete... "Hörmet edin" diye diye alıyorlar paraları uyanık olmazsanız. Azerbaycan'ın Türkiye'den hala vize istiyor olması (yakında kalkacakmış) ne kadar ayıpsa, Türkiye'nin Azerilere ancak bir ay izin vermesi o kadar ayıp...

Altı yıl önce Bakü'de bir ay yaşamış ve Azerbaycan'a hayran kalmış biri olarak Nahcıvan da aynı şekilde büyülüyor beni. O eski araçlar, belli bir havası var Azerbaycan-Nahcıvan'ın. İnsanlar Türkiye'yi çok seviyorlar, politikacılara kızıyorlar gerçi, "yalnız bıraktınız bizi, eskisi gibi sahiplenmiyorsunuz" diyorlar. Başka şeylere kızıyorlar da, şimdi kalsın onlar... Yine de genel olarak büyük bir sempati hakim. (Oranın Mit'inin, yani Milli Tehlükesüzlük Nazirliğinin fotoğrafını çekme gafletinde bulundum, içeriden fırlayan polis ise Türkiye'den geldiğimi öğrenince fotoğrafı kibarca sildirip, teşekkür etti.) Halk ya çok fakir, ya çok zengin. Sovyet alışkanlıklarını atamamışlar üstlerinden, devletten bekliyorlar her şeyi, birçok toprak ekilmemiş biçimde duruyor.

Badabat tepede harika bir yer, çiçekler, doğa şahane... Nahcıvan merkezi de aynı şekilde.Bakü'ye kara yoluyla gitmek istiyoruz, ama otobüsle 16 saat sürermiş. Arada Ermenistan işgalindeki Dağlık Karabağ bölgesi var çünkü, Türkiye'yle Azerbaycan'ın ilişkisini de kesiyor, Nahcıvan'la Azerbaycan'ın da... Nahcıvan da özerk olduğundan kendi haline bırakılmış, Azerbaycan'a göre bile daha az gelişmiş. Taksicimiz bir hikaye anlatıyor, diyor ki "Haydar Aliyev Karabağ'ı parça parça sattı Ermeniler'e, sonra bir baktık kalmamış hiçbir yer, Ermeni işgalinde oluvermiş orası." Tanıdık geliyor mu bu hikaye bilmiyorum(!)

Nahcıvan'da 2 gece yatıyoruz ve sonra yine istikamet Kars... Ertesi gün de Ankara... Yolda AKP'nin kömürlerinin sevkiyatını görüyoruz. Kondüktörümüz "durmak yok yola devam diyoruz" diye övüyor(!) kömürleri göstererek.

İçimiz yıkanmış bir şekilde iniyoruz Ankara'ya trenden... Arkamızda bıraktığımız Ağrı Dağı, Kars, Iğdır, Ardahan, çiçekler, sular, doğa, karlar, şelaleler, koyun-inek sürüleri... Harika bir doğa, muhteşem bir manzara... Sağlıklı hayat...

Taksiyle eve giderken bir araba sinyal vermeden önümüze çıkıyor, ani fren yapıyor taksi... "Hoşgeldin stres, hoşçakal doğal hayat..."

Büyükşehir'den soğuyor insan.... Hele bu zamanda.

Doğu Gezisi Günlükleri-4

23 Haziran Pazartesi

Bu sabah sekizde kalktık. Aşağıda kahvaltı yaptık. Sonra yine Ferit Bey'i arayarak yola çıktık. Ani Harabeleri'ne gidiyorduk. Yarıcı mıcırlı, yarısı toprak bir yol. Yolun öyle olmasının sebebi şuymuş: Geçtiğimiz sene doğalgaz borusu döşemek için kazmışlar. Sonra kapamışlar, sonra yine kazmışlar. Sebep? 2 boru döşenecekmiş meğer! Ayrıca buradaki şeker fabrikasında ihtiyaçtan fazla adam çalışıyormuş, çünkü kendi adamlarını zengin ediyorlar, üstelik 2 milyar üstü maaş alıyorlarmış.
Yolun sonuna doğru -40 dakika kadar sonra- GSM şebekem değişti, sağ tarafımız Ermenistan'dı ve sinyali Ermenistan'dan almaya başlamıştım. RA-ARMGSM isimli hatta geçti telefonum. Taksicimiz oraya gitmiş, çok misafirperverlermiş. "Sorun büyük ölçüde politikacılarda yatıyor" diyor. Sonra Ani Harabeleri'ne gittik. 50 YKR-1 TL gibi fiyatlarlar topladıkları çiçekleri satan çocuklar önümüzü kesti.
Sonra harabelere girdik. Girişte bizi bir yavru köpek karşıladı. İlginç ve büyük bir yerdi. Karşı tarafta bir Ermeni köyü vardı, ayrıca Ermenilerin inşaat çalışmaları... Amfi tiyatromsu bir şey yapıyorlardı örneğin. Yıkık kiliseler, camiiler, binalar vardı. Ev yapıları çok ilginçti. Gagik Kilisesi'ndeki antik Yunan döneminden esinlenmiş desenli sütunlar ve bina yapısı da öyle... Sarayın içini gezdik, alt kata bile indik. Bir sürü küçük kuş vardı. Bir kiliseye yıldırım düşmüştü ve ortadan ikiye ayrılmıştı. Çok güzel bir ortamda, bir depremle yıkılmış, kiliseden, harabe haline gelmiş evler... Ani Harabeleri ve Ören Yeri gittiğimiz yerin tam adı. Gürcü kilisesi vardı, camiinin minaresine çıkan merdivenler de açıktı, ama çıkmak yasaktı tabii... Sonra Kars'a döndük. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı'nı gezdik. Kars savaşları ile ilgili fotoğraf ve resimleri gördük. Sonra orduevine geri döndük, biraz dinlenip yemek yedik. Gezelim Görelim izledik, Yol Arkadaşım izledik.
Ani Harabeleri'nde bir İsrailli çift ile bir de Türk çifte rastladık.

23 Kasım 2008 Pazar

Doğu Gezisi Günlükleri - 3

22 Haziran 2008-Pazar

Bugün hava yağmurluydu. Sabah kahvaltıdan sonra 10:00'da Kağızman'a gidecektik, ama vazgeçtik. Odaya çıkıp TV izledik, kitap-gazete okuduk. Sonrasında hava durumuna bakmak için internete girdim. Yağmur durur gibi olunca, Ferit isminde bir taksiciyle yola koyulduk. Yeni kızı olmuş, adı Ilgın Ela... Yol boyu çok güzel bir manzara vardı, dağlar tepeler... İlk olarak yola çıkmaya hazırlanırken bir araç caddeden ani olarak yola çıktı, İstanbul plakalıydı. Kurallar yok sokaklarda.
Ferit Bey, Kars'ın yönetiminden şikayetçiydi. "Bize heykel-havuz değil, yol lazım" dedi. Sonra manzarayı seyrede seyrede ortalama 1 saat sonra Kağızman'a vardık. "Kağızman'a ısmarladım nar gele, nar gele..." şarkısındaki "nargele" kelimesini "nargile" olarak anlıyordum, fakat meğerse "nar gele" derken, Kağızman'dan beklenen narlar söyleniyormuş.
Arabadan inmeden şöyle bir gezdik, küçük bir yer, bir caddesi var o kadar. Sonra dönüş yoluna geçtik, güzel bir köy vardı. Orada durduk ve fotoğraf çektik. Dut pestili aldık. Kayısı ağacı doluydu ortalık, çağla gibiydiler. Dut pestili aldığımız adamdan 3-4 tane yeşil kayısı aldık. Sonra geldik, mısır yedik, odada biraz oturup yemeğe indik. Yemekte yayla çorba, tavuk salata, havuç tarator, haydari yedim. Portakal suyu içtim. Sonra pastanede oturup çay içtik. Odaya çıktık. Yoldaki manzaranın fotoğraflarına baktım, yemyeşil sıra dağlar, ovalar, ağaçlar...

14 Kasım 2008 Cuma

Doğu Gezisi Günlükleri-2

21 Haziran 2008-Cumartesi

Sabah 8'de kalktık ve kahvaltıya indik. Zeytin, poğaça, peynir yedim, portakal suyu içtim. (Bunları kaydederim hep nedense...) Sonra dolaşmaya çıktık, gece yağan yağmurdan eser yoktu, yerler kurumuştu. Bunu Ruslar'ın şehrin altyapısını çok iyi kurmasına bağlıyorlardı.
Ana cadde üzerinden yürüyüp ara sokaklara daldık. Eski Rus Binaları var her yerde, kimisine çok güzel bakılmış, kimisi köhne. Çoğunlukla yıkık, onarılmamış maalesef... Atatürk Parkı üzerinden Kars Çayı'na vardık. Orada Azerbaycan Konsolosluğunu gördük ve sonrasında taksiye binerek Kars Kalesi'ne çıktık. Virajlı bir yoldan kaleye tırmandık, yolun iki yanı da eski binalar ve harebelerle doluydu.
Kaleye çıktık, yerlerde madımak vardı. Cephanelikleri, odaları gezdik. Kars manzarasını izledik, bütün şehir adeta ayaklarımız altındaydı. Kaleden aşağı yürüyerek, geze geze indik. Eski Selçuklu Camiileri vardı üç-dört tane... Minareleri o zamandan kalma, renkli taşlarla yapılmıştı ve dolayısıyla büyük şehirlerdeki camiilere hiç benzemiyorlardı.
Evliya Camii vardı örneğin, hikayesi ilginç... Aslında Lalahan yaptırmış camiiyi, adı da öyleymiş zaten, sonra bir evliya ölmüş ve oraya gömülmüş, Evliya Camii olmuş adı...
Oradan yürüdüğümüz sokak çok ilginçti, dar ve güzel...
Sonra bir çay bahçesinde çay içtik. Bu arada gereksiz bir ayrıntı ama, önceki günkü maç sebebiyle gazete öğlen saat 1'de geldi. Dedemle çay bahçesinin olduğu caddeyi yürüdük biraz, bir binanın tarihi dokusu o kadar bozulmuştu ki, resmen bina kimliğini kaybetmişti. Yanındaki bina ise harabe konumundaydı.
Oradan çıktı ve Cuma Hamamı'nı gezdik. Restorasyondaydı hamam, fakat görevli bizim için açtı ve içini gördük. Orada çalışan kızla konuştuk epey, oradan da tarihi Selçuklu Hamamlarını ve bir türbeyi gezdik. Yine yıkılmaya yüz tutmuş binaları gördük. Taş Köprü'den geçtik, meşhur tarihi taş köprü. Kitabesi değiştirilmiş işgal edilince Kars.
Sonrasında Kars'ın çarşısına gittik, gazete aldık nihayet. Kaldığımız yere dönüp öğle yemeği (hamburger-patates v.s) yedik. Yine taksiyle Kars Müzesi'ne gittik. Eski çağlardan kalan paraları, kemikleri, süs eşyalarını gördük. Küçük çocukların yaptığı resimleri inceledik. Kazım Karabekir'in trenini gezdik, müzeden broşür aldık.
Sonra yeniden odalarımıza geri döndük, bir süre sonra ise akşam yemeğine indik.
Bu akşam ne yemişim: İzmir Köfte, Pilav-Portakal Suyu)
Pastanede çay içip odalarımıza çıktık.

Doğu Gezisi Günlükleri-1

Tren Rotası

15.25-Ankara Kalkış
Sırasıyla

Kayaş
Irmak
Kırıkkale
Yerköy
Şefaatlı
Sarıkent
Yenifakılı
Boğazköprü
Kayseri
Karaözü
Yeniçubuk
Şarkışla
Kalın
Sivas
Bostankaya
Karagöl
Çetinkaya
Güneş
Divriği
Bağıştaş
Ilıç
Eriç
Kemah
Dumanlı
Erzincan
Demirkapı
Mercan
Çadırkaya
Karasu
Saptıran
Aşkale
Erzurum
Uzunahmet
Hasankale
Köprüköy
Horasan
Süngütaşı
Topdağ
Sarıkamış
Selim
Benliahmet
Kars-Varış (ertesi gün 21.00)

20 Haziran 2008-Cuma

Gece saat 4'te Sivas'tayken uyandık tesadüfen, yataklı trendeydik ve tren uzun süredir Sivas'ta duruyor olmalıydı. İnsan uyku düzeni değişince uyanır herhalde, bir farklılık hissedince uyanır, yoksa gece 4'te niye uyansın ki?
Ki çok geçmeden anladık, bir şeyler yükleniyordu trene, üstelik yükleyenler trenin yatakla vagonu olup olmadığını umursamadan -hatta yataklı olmasına da gerek yok- bas bas bağırarak hallediyorlardı işlerini camın dibinde. Sivas'tan hareket edince tren gün ağarmaya başlamıştı, fakat biz yine uyuduk.
Sabah saat 9'da kalktık, halam yol için çörek yapmıştı, kahvaltı niyetine yedik onları. Etrafı seyrederek birçok yerden geçtik, doğa gitgide bakirleşiyordu. Daha dokunulmamış, daha saf, daha güzel...
İyi geliyordu çiçekler, sürüler, çocuklar... Sarıkamış'taydık ki yağmur başladı, Kars'a yağmur eşliğinde gece 9'da girdik. Bir taksiyle kalacağımız yere gittik, taksicinin taksimetresi çalışmıyor bahanesiyle bize söylediği fiyatla ilk kazığımızı yemiş olduk. Halam ve ben bir odada, babaannem ve dedem bir başka odada kalıyorlardı. Ruslardan kalma büyük siyah bir binaydı. Enlemesine uzun...
Geç kaldığımız için yemek çoktan bitmişti, ancak kuru kuru bir Adana Kebap yiyebildik, sonra odalarımıza çıktık ve Türkiye'nin maçını izledik. Hırvatistan'laydı maç ve Türkiye kazandı. Sonrasında dinlenmek için uzandık, zaten az kalmış olan Haldun Taner'in "Kızıl Saçlı Amazon" isimli kitabını bitirdim.

8 Temmuz 2008 Salı

Deprem

Öykü içerisinde gerçekleri de barındırmaktadır.

Sabah erken çıktık yola, oğlumla beraber. Henüz beş yaşındaydı, gülümseyen bir yüzle bakıyordu hayata... Farkında olmadan hiçbir şeyin, gülücükler saça saça etrafa, yaşıyordu, yaşadığının tadına vararak... Ben de mutluydum ya, tatile gidiyorduk işte beraber.
Yalova'dan geçtik giderken, vapuru, otobüse binişimizi saymıyorum. Yalova'dan bir yazlığım olsun istedim, insanlar yeni yeni başlıyordu güne. Ekmeklerini, gazetelerini almışlar kahvaltıya hazırlanıyorlardı belki. Ya da denize gireceklerdi az sonra, mayoları üzerinde olanlar da gördüm zira. Otobüs camından bakarken imrenmiştim onlara, halbuki beni de güzel bir tatil bekliyordu Erdek'te...
İstanbul'dan altı saat süren bir yolculuk sonrasında vardık Erdek'e. Cenk'e İstanbul'u gezdirmek için götürmüştüm onu, baba oğuz güzel bir gezme yapmıştık. Terminalden, evin-yazlığın olduğu sahile kadar yürüdük, ben, oğlum ve eşim. Eşim bizi karşılamaya gelmişti. Öğlendi, sıcaktı, çok sıcaktı. Hiç hatırlamıyordum öyle sıcak, boğucu, kasvetli bir sıcaklık. Sahilde, önceleri yazlık sinema olan, sonradan otoparka dönüştürülmüş alandaki apartmana girdik. Yazlık sinemayken orası, ne güzeldi her şey. Ninja Kaplumbağalar'ı izlediğimizi hatırlıyorum orada, her şeyi yakıp yıkmaya meraklı insan, orayı da yok etmişti işte.
Eve yerleşip kendimizi sahile attık. Plaj sıcaktan bunalanlarla dolup dolup taşmıştı resmen, herkes denizdeydi, kenarda oturan kimse yoktu diyebilirim. Gül de, oğlumuz Cenk'i alıp hemen girdi denize. Ben biraz oturup öyle gittim. Biraz yüzüp çıktık, şaşırtıcıydı, zira rüzgar başlıyordu. Ne üşütüyor, ne terletiyor, değişik bir rüzgardı. Daha çok ürpertiyordu sanki, Gül "bu rüzgar deprem rüzgarı" dedi. Çok sonraları öğrendim ne demek istediğini, tanıdım, hafızama kazıdım adeta. Hava serinleyip de gün batmaya dönünce eve gittik, üzerimizi değiştirdik banyolarımızı yaptıktan sonra. Sıcak suyla yıkanmak zor geliyordu yazın, soğuk suya da oldum olası girememişimdir, ılık suyla yıkandım. Yemeğimizi yedik, sonra Gül gitti, ertesi gün okulda -öğretmendi- birkaç işi vardı, pazar diye gelmişti zaten Erdek'e. O işleri halledip gelecekti Gölcük'teki evimizden buraya... Asıl Gölcük'te yaşıyorduk yani.
O gitti, biz de Cenk'le dışarı çıktık. Çay bahçeleri vardır Erdek'in sahilinde ilk olarak, sahilden giderken bir yandan içerilere bakıyordum tanıdık görürüm diye. Naci Bey'i gördüm, merhabalaştık. "Biraz yürüyüp eve döneceğiz, yorgunuz, yarın görüşürüz" dedim. Sonra Mahmut'u gördüm, "kapıların kapandı herhalde, düşeş atıyım mı sana" dedim, "sen düşeşi kendine at önce, bir kere yendin mi beni?" diye nazire yaptı. Kızarıp bozarıp "şeytanınız bol olsun" dedim, uzaklaştım oğlumla. Çay bahçeleri bitti sonra, "öğretmenevinin olduğu yere kadar yürüyelim mi, hem parkta seni salıncağa bindiririm dedim" Cenk'e, bir "yaşasın" çekti, anladım istiyor gitmeyi oraya...
Gökyüzünde normalden fazla yıldız vardı, oldukça fazla. Bir köşede, henüz parka gelmeden, fayton gördü Cenk. "Binelim" dedi, "olmaz" dedim, "paramız yok yanımızda." Ağlamaya başladı, bütün Erdek duyuyor olabilirdi ağlamasını. "Gel salıncağa bindiriyim seni" dedim, vazgeçmişti, faytona takılıp kalmıştı adeta. "Binemeyiz, laftan anla biraz" dedim sert bir ses tonuyla, anlamadı, ağlamaya devam etti. "Eve dönüyoruz, yürü" diye payladım bir güzel, hızlıca yürütmeye başladım. "Fayton" diyip duruyordu bu esnada hala, ben de hiçbir şey söylemeden elini güçlüce sıkıp adımlarımı hızlandırıyordum. Anlıyor olması gerekirdi, anlaması lazımdı.
Hava yeniden sıcaklamıştı bu arada, bir basıklık çökmüştü sanki. Eve girer girmez odama girip yatağıma uzandım, "sen de içeride yatacaksın, yarına kadar ne hata yaptığını düşünüp anla, o zaman alırım seni buraya" dedim, cezalandırdım kendimce. Yattık... Büyük bir gümbürtüyle uyandım, tarih 17 Ağustos, saat 03.02'ydi. Sallanıyorduk, hayatımda hiç görmediğim bir şekilde sallanıyorduk. Kalkamadım yerimden, çok korkuyordum, oldukça çok...
Ne kadar sürdü farkında değilim, birkaç parça eşyanın kırıldığını duydum içerde. Neden sonra, sarsıntı durdu. Hemen içeri koştum, Cenk uyuyordu. Ne kadar derin bir uykuydu bu, "Cenk" dedim, "Cenk" dedim gözlerini açtı. "Yangın mı çıktı" dedi, "deprem oldu" dedim. "Hadi çıkıyoruz." Hemen pijama altını çıkardı şortunu giymek için, "şimdi sırası değil onun, hadi olduğun gibi, pijamanla çık, bir şey olmaz" diyerek sürükledim. Koşa koşa indik apartmanı ve Erdek Çay Bahçesi'ne gittik ilk sıradaki... Akıllı bir davranış değildi kuşkusuz denize sıfır bir yerde oturmak, daha sonra yapacağımız birçok şey gibi bu da...Biri çıkıp "merkez üssü Erdek'se geçmiş olsun, yoksa marmara yıkıldı demektir" dedi. Korktum, cidden çok şiddetli bir depremdi. Televizyonlar uyanmamıştı henüz mevzuya, uyanırlardı yakında elbette.
Yarım saat sonra bir kanal kesti yayınını, "merkez üssü Gölcük olan, 6.7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi" dedi. Dünya başıma yıkıldı sanki, hemen eve koştum, telefona sarıldım, aradım düşmedi numara. Birkaç kere daha aradım, Cenk çay bahçesindeydi, hiç düşmedi numara... Elektrikler kesilmedi neyse ki, ama bir sarsıntı daha oldu, telefonu açık bırakıp dışarı koştum korkup. Bu iş şakaya gelmeyecekti.
Bölgelerden ilk haberler gelmeye başlamıştı, İstanbul'un yarısı yıkıldı diyorlardı, Adapazarı haritadan silinmiş, İzmit diye bir yer kalmamıştı. İmrendiğim Yalova toptan gitmişti. Zaten Marmara Bölgesi artık yoktu... Bu abartılı -tabii bu 'katliamın' haberleri yeterince abartılıydı insan aklına göre ama- haberlerden sonra gerçek şeyler duymaya başladık. Bir adamla, kadın ağlıyordu. "Biz Gölcük'ten geldik, evimiz ne halde acaba şu anda" diye.
Çay bahçesinde kah oturup, kah panikten kalkarak geçirdik geceyi. Gölcük'lü çiftle samimi oldum bu arada, oyaladım onları. Sabah olunca evimize davet ettim, gün ışıdığına göre girebilirdik artık, ne de olsa gündüz deprem olmazdı(!)
Otel odalarını boşaltıp geldiler evimize, birazcık telefon açma denemesinde daha bulundum, yine başaramadım. "Biz dayanamıyoruz" dediler, "Gölcük'e gitmek istiyoruz."
"Benim de eşim Gölcük'te" dedim, ne iyi olurdu beraber gitseydik. Belki birazcık beklesek ortalığın durulmasını daha iyi olurdu ama hepimizin aklı oradayken Erdek'te daha fazla duramayacağımızı anladık. Evi kapattım, indik aşağı ve arabaya binip yola çıktık. Makul sayılabilecek bir hızda gidiyorduk, Gölcük girişinde Jandarma karşıladı bizi. "Nereye gidiyorsunuz, neden geldiniz?" diye sordu, "evimiz burada, tatildeydik biz" dedik, bunun üzerine geçişe izin verdiler. Gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılıyordum, Cenk soran gözlerle bakıyordu bana. "Yok bir şey oğlum" dedim, "ceza verdi polisler, o yüzden böyle burası."
Zavallı birden niye buraya geldiğimizi anlamamıştı elbette. Şehrin sahil bölümü denizin içindeydi, binalar, ağaçlar, direkler... Ayakta çok fazla bina kaldığını söyleyemezdim, insanlar panik halindeydi, zaten arabayla daha fazla içeri giremedik. İnip yürümeye başladık, korkum çoğalıyordu gitgide... Yürürken gördüğüm manzaraları ömrüm boyu aklımdan atabileceğimi sanmıyordum.
Gölcük'lü çiftin evine vardık, ama ortada bir ev yoktu. Birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar, komşularını, arkadaşlarını kaybetmişlerdi orada belki, kim bilir... Hiç ses çıkarmadan bekledim onları, sonra kollarına girip götürmek istedim, Gül'ü de merak etmiştim iyiden iyiye. Birazcık daha yürüdük, bana saatler gelen bir süre sonra sürekli önde tuttuğum başımı, Cenk'in "anne" diye bağırmasıyla kaldırdım. Gül karşımda duruyordu, "sana ulaşmaya çalıştım" dedim ilk, "ben de" dedi. Birbirimize sarıldık, evimiz ayakta kalmamıştı, ama Gül kurtulmuştu. "Hakan'ların köpeği durmadı, nasıl havlıyor inanamazsın. Kapıları tırmalamış resmen, Hakan da dışarı çıkarıyım demiş. Sese uyandım, dedim hazır uyanmışken eşlik ediyim ona, indik aşağı hemen. Sonra yer ayağımın altından kaydı sanki, bir baktım evimiz gidiyor, gözümün önünde ev çöktü, çok korktum..." Ağlıyordu anlatırken, bizim de komşularımız vardı muhtemelen binada, tanıdıklarımız gitmişti. Öyle durduk sadece uzun süre, etrafa bakarak, Cenk de tanıdığı, yaşadığı yerin bu hale niye gelmiş olduğunu anlayabiliyordu zannediyorum, polis amca yalanını yuttuğunu sanmıyordum hiç. Sessizliği bozan ben oldum, "Erdek'e gidelim, burada yapacak bir şeyimiz yok" dedim. Sessizce başlarını sallayarak onayladılar.
Yeniden arabalarına bindik, "sizi bizim evde misafir ederiz" dedim. Sonrasını uzun uzun anlatmaya gerek yok ama, yaptığımız bazı şeyler şimdi mantıksız gelmeye başladı. Bir gün deprem fırtınası yaşandı, 25 Ağustos falan olmalı. Belediye anons yaptı evlerde kalmayın diye, peki dedik, açık bir araziye gittik, faytonların durduğu. Açık dediysem orada sandalyelerde oturduk, bazı insanlar sahilde, plajda uyudu. Biz de apartmanın dibinde, yıkılsa üstümüze yıkılır yani. İnsan mantıklı düşünemiyor ki, bir de saat üçte olurmuş gibi deprem, üç oldu ve evimize geri döndük.
Depremden sonra yirmi gün falan geçmişti, yeni arkadaşlarımız daha fazla dayanamadılar, "Gölcük'e gidelim, bir daha bakalım ne durumda" dediler. "Peki" dedik ve beraberce çıktık yine yola. Sonunu söylemeliyim, o çift Erdek'e yerleşti, zor oldu toparlanmaları tabii, biz de Erdek'teki evimizde kalmaya devam ettik bundan sonra. Hayatımızı normale sokmaya çalıştık, Gölcük'te gidenlerin yasını tuttuk, tüm marmarada gidenlerin yasını tuttuk.
Kaldığımız yere dönelim, Gölcük'te evlerimizin olduğu yerlere gittik. Gezdik turist gibi... İlk defa bu boyutta bir şey görüyordum, Cenk üzerinden çabuk atmıştı şoku, oyuna çevirmeyi bilmişti bütün bu olanları. Zaten biraz sonra ufak olduğu belli olan bir evin enkazına koştu elimden kurtulup. En tepesine çıktı, "güç bende artık" dedi gülerek elini yukarı kaldırıp. Kızdım falan ama... Çocuk işte...

6 Temmuz 2008 Pazar

İstasyon

Yaralıydı. Bir şeyden mi kaçıyordu emin değil açıkçası, ama kalbi acıyordu. Ayrılıktan veya başka şeylerden değil... Geçmişine ait çok önemli bir parçayı kaybetmekten... Otuzlu yaşlarını geride bırakmıştı, kestim kara saçlarımı* diyen şair misali, yaşlandıkça saçını daha da kısaltıyordu. Simsiyah kalabilmişti saçları hiçbir boyaya gereksinim duymadan, erkek gibiydi şimdi -ne demekse, saçın erkeği kızı mı kaldı?-, kısacık, kapkara saçları...
Eski zamanlara aitmiş gibi duruyordu aslen, zaten hiç kurtulamadığı çocukluğundan dolayı o da eskilerde kalmış hissediyordu kendisini. Neşeyle uyandığı bir sabah, babalarının görev yaptığı -biri biletçi, biri tren rotasını düzenliyor- istasyonda beraber koşup oynadığı arkadaşının telefonuyla neşesinin sebebini bulmuştu. Uzun uzun konuşmuşlardı, her sene gelenek haline getirdikleri toplantıya üç gün kalmıştı. Ankara'da, öğretmenevinde buluşuyorlardı bu sene. Arkadaşı Hale, "ben de geliyorum bu sene, biletimi aldım bile" demişti. Üç gün sonra görüşeceklerdi ama, konuştular da konuştular. Telefonu kapatınca bir hüzün bastırdı yaralı kıza, adını saklamayalım, Ayşe'ye... Nedenini o an anlayamadı...
İki gün sonra, sabah erkenden kalktı. Gece yola çıkıp, ertesi sabah Ankara'ya varacaktı Erzincan'dan. Biraz yürüyüş yaptı sabahın sessizliğinde... Sessizlik dediysek, insan sesi yoktu... Puhu kuşları ötüyordu yine, en sevdiği sesti, horozlar çoktan uyanmıştı. Karlı dağın yamacından koyun ve inek sesleri geliyordu. Bakkala gidiyordu Ayşe, gazetesini almaya, nitekim aldı da. Evine döndü sonra. Ahşap, çift katlı bir köy eviydi. Köhne, yıkık dökük değildi, bakımını yapmıştı Ayşe hep. Öğretmendi orada, gider gitmez ilk işi bu olmuştu, yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışmak... Üst katta, salon benzeri geniş bir holde duran kanepeye uzandı, gazetesini açtı. Hiçbir sayfayı atlamadan, satır satır okumayı severdi gazetesini eğer vakti varsa... Şimdi okullar tatildi, buna rahatlıkla vakit ayırabiliyordu.
On beş, -çok iyi hatırlıyor- on beşinci sayfaya geldiğinde dünya başına yıkıldı sanki. Tek bir ilan, "Hale Soylu'yu kaybettik. AİLESİ."
İki gün önce, şen şakrak sesiyle telefonda, "ben de geliyorum bu sene" diyen Hale...
"Daha çok erkendi" dedi kendi kendine, "daha kırk iki yaşındaydı."
O doktor olmuştu, Altuntaş Köyü'nde -Erzurum yakınlarında- okumayı başarabilmiş şanslı kızlardandı Hale de, Ayşe de... Biri doktor, biri öğretmen... Töre emirlerine, dinin sözde gereklerine, cahilliğe meydan okuyarak, azimle, çok sevdikleri Fatma öğretmenlerinin gösterdiği gibi "biz okumak istiyoruz" diye dikilmişlerdi ailelerinin karşısına. İkisi beraber, birbirinin ellerini tutarak, güç alarak... Tesadüf bu ya, -ya da hikaye mi demeli? Bu kadar basit mi?- babaları da gülüp "e okuyun okuyabiliyorsanız, izin veriyorum ben" demişti. Sonrasında bugündeyiz işte.
Kanepe kalakaldı Ayşe, ifadesiz bir yüzle. Akşama kadar da öyle oturdu, neden bilinmez, otobüs saati geldiğinde kalktı. Bindi otobüsüne, hızlı olsun diye tercih etmişti otobüsü. Yoksa trenler ona ayrılık değil, mutluluk ifade ediyordu hep, treni tercih ederdi.
Geceydi, muavin geldi otobüs kalkınca, "nerede ineceksiniz abla?" diye sordu. Ayşe baktı muavinin yüzüne, genç bir çocuktu. Okulların kapanmasını fırsat bilip, ekmek parası kazanıyordu muhtemelen, ya da daha kötüsü okumamıştı ve bu işi sürekli yapıyordu. "Ankara" dedi dili Ayşe'nin, aklı başka şey diyordu, umuyordu.
"Abla bu Ankara otobüsü değil ki, Kars'a gidiyoruz biz" dedi muavin, Ayşe güldü, "öyle mi?" dedi. "Sevindim, oturduğum yer boş olsa gerek, yolda bir yerde inerim o zaman" diye ekledi. Muavin şaşırmıştı, "peki" diyebildi ancak, devam etti arkalara doğru.
Gözünü bir an bile kırpmadı Ayşe. Gecenin karanlığına baktı durdu. Bir on yıl önce o saatte, Kars'a doğru yolculuk etmek hayaldi o bölgede. Şimdi ise otobüsler gidip geliyordu rahatlıkla, belki kimsenin kendisine bile itiraf edemediği tedirginlikler olduğunu unutursak.
Gitmemişti hiç köyüne, çocukluğunun geçtiği köye... İstememişti, giderse bir daha eskisi gibi olamaz sanmıştı. Şimdi gidiyordu işte, çok uzun sürmeyecekti yolculuğu... Birkaç saat sonra, ilk kez kullandığı -hep çekinirdi kullanmaktan- ikaz düğmesine basarak muavini yanına çağırdı. Muavin kırmızı ışığı söndürdü ve Ayşe'nin yüzüne baktı. Belli ki uyuyordu öndeki koltuğunda, şoförün "seni çağırıyorlar" demesiyle uyanmıştı. "Ben ilerideki köy yolunda inebilir miyim?" dedi Ayşe. Muavin, "ama abla, gece gece, dellendin mi sen" diye şaşkınlığını çok da kibar sayılamayacak bir yöntemle belirtti. "Yok yok, ben oralıyım zaten, merak etme. İndir beni sen yeter..."
Muavin çaresiz kabul etti, son derece içten bir tövbe çekerek öne doğru ilerledi yeniden, şoförün kulağına eğilerek muhtemelen biraz abartıyla kadının istediğini anlattı. Birkaç dakika sonra otobüs durdu, kadın kalktı, "bagajın var mı" dedi muavin, "hayır" dedi Ayşe ve otobüsten indi küçük el çantasıyla... Otobüs o indikten sonra yoluna devam ederek Ayşe'yi yıldızlarla başbaşa bıraktı. Bir kilometre içerideydi Altuntaş Köyü, Ayşe yürüyebilirdi, korkmuyordu...
Küçük ama emin adımlarla, kafasını kaldırıp yıldızlara bakarak, aya bakarak yürümeye başladı. Geceyi dolduran köpek ulumalarından korkmamaya çalıştı, kalp atışlarının hızlanmasını engelleyemeyerek de olsa... Şarkı söylemeyi denedi, Çemberimde Gül Oya diye... Köyün ışıklarını görebiliyor olması ona güven veriyordu.
Böyle böyle köye vardı nihayetinde, taşınmadığını, hala orada yaşadığını duyduğu Gülnihal Ablasının evine doğru yürüdü gayrı ihtiyari. Elli yedi yaşında olacaktı şimdi, on altı yaşındayken evlendirilmiş, on yedi yaşında çocuk sahibi olmuştu Gülnihal... Sonrasında da kocasıyla beraber -sevmişti, yalan yok- çekip çevirmişti ev işlerini. Kapıyı çaldı Ayşe eski anılarını düşünerek, Gülnihal Ablası'yla, bahçesinde içtiği çayları, topladığı yumurtaları, tavuklarından yediği gagaları...
Gülnihal kapıyı açtı, "hoşgeldiniz" dedi soran gözlerle. Ayşe gülümsedi, tanımıştı hemen Gülnihal'i, ama Gülnihal'in onu tanıması o kadar kolay değildi.
"Kimmiş" diye seslendi içeriden kocası, "Tanrı misafiri bey" dedi Gülnihal. "Basit bir Tanrı misafiri değil ama" dedi Ayşe, Gülnihal anlamamıştı. Dayanamadı, kimliğini açıklamaya karar verdi. Böyle şeyleri uzatamazdı oldum olası, çatlatamazdı insanları. Sabırsızdı, "pat" diye söyleyiverirdi her şeyi.
"Ayşe ben, Ayşe, Şükrü'nün kızı Ayşe."
Gülnihal "vışşşşşş" diye şaşkınlığını hiç çekinmeden belirtti, "kız ne öyle saçlarını kesmişsin erkek gibi, oynattın zahar iyice, bildim şimdi yüzünü, yemyeşil gözlerini, kapkara saçlarını bildim, geç geç durma kapıda el kızı gibi."
"Özledim bu sıcaklığı Gülnihal Abla be, gel bir sarılayım sana."
Sarıldılar, yılların hasretini gidermek istermiş gibi sarıldılar. Uzun zaman öylece kalakaldılar. "Sıcaklığı özledim diyorsun da, duyduk biz, Erzincan'da görev yaparmışsın sen, oralarda insanlar basmadı mı bağrına seni?"
"Bastı, bastı da, insan tanıdığı kokuyu özlermiş, bülbül altın kafes, çok söylendi, bir de ben söylemiyim."
Gülnihal'le birlikte içeri yürüdüler, Ayşe sanki kendisini korusun diye bırakmadı ellerini Gülnihal'in. Salona geçtiler, koltukta oturuyordu Ayşe'nin Celal Ağabey'i.
"Herif, bak bak kim bu tanı bakalım, ama nasıl tanıyacaksın sen, ben bile zor tanıdım. Çüş diyeceksin, Ayşe bu Ayşe..."
"Gül'üm -biri herif, öbürü Gül'üm, yerine göre- ne diyorsun sen, gerçekten mi?"
Kalktı, hiç de zorla olmayan bir samimiyetle kucakları Ayşe'yi. Hoşuna gitmişti belli ki...
Hoşbeş faslı bittikten sonra, oturdular koltuklara. Gülnihal çayları demledi getirdi. Saat de iki oldu bu esnada ama ne gam...
"Söyle bakalım Ayşe'm, ne attı seni buralara."
Hiç alıştırmaya çalışmadan söyledi hemen, "Hale öldü" diye.
"Bizim Hasan'ların kız Hale mi?"
"Evet o..."
Gülnihal "anlaşıldı senin bu hüzünlü hallerin, çocukluk arkadaşını kaybetmişsin de haberimiz olmamış. Nasıl olacak ki? Çok değişti buraları, Hasangiller de gitti, siz de gittiniz, aha şurada bir tatlı nine otururdu, onlar da gitti. Şimdiye nine mi kalmıştır da, onun evlatları ne yapar duymadık bile. Sizi duyduk gene, biriniz öğretmen, biriniz doktor olmuşsunuz. O Fatma Öğretmen'i sevmemişti ilkin bizim ahali, ne yalan söylemeli ya, sonra sevdirdi kendisini bize. Dil de yapardı ağzı, sizi de okuttu, helal olsun kadına."
Başıyla onaylıyordu Ayşe her dediğini. Bütün gece eskilerden, Hale'den, Şükrü'den, Hasan'dan, Ayşe'den, en çok da çocukluklarından konuştular. Bir yerden sonra da teslim oldular uykuya... Ayşe'ye yaptıkları köy kokulu yer yatağının rahatlığını da özlemişti Ayşe...
Sabah uyandığında, saat on bire gelmişti. Köy yeri için geç bir saatti bu. Etrafına baktı, evde kimse yok gibiydi. Çıktı, Celal ve Gülnihal bahçede çay içiyordu.
"Gel, gel, özlemişsindir benim çayımı şimdi."
Ayşe hemen oturdu yere, Gülnihal çayını koydu. Bir yandan içtiler, bir yandan konuştular. Gelip geçen herkese, "bu erkek gibi duran kız Ayşe" diyip gösteriyordu. Kimisi tanıyor, kimisi tanımıyordu elbet, ama Gülnihal herkese aynı coşkuyla anlatıyordu onu.
Çaylarını içtikten sonra Ayşe, "abla ben biraz yürüsem" dedi. Gülnihal baktı gözlerine anladı, "hadi git rahat rahat yalnız başına yürü, düşün, gez köyü" dedi. Gülümsedi, rahatlattı Ayşe'yi sanki.
Ayşe bahçe kapısından çıktı, başladı yürümeye. Her geçtiği yerde çay davetiyle karşılaştı, tanımadıkları bile onu çaya davet ediyordu. Bir yandan "kim bu yabancı" der gibi süzerek, bir yandan kabullenmeye çoktan hazır... Hale'lerin evinin önünden geçti, iki damla gözyaşı akıttı. Böyle böyle tüm köyü gezdi, ne kadar gezdiğini fark etmeden. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi, hafif dışarı doğru yürümeye başladı, köyün dışına. Uzakta o çok iyi tanıdığı sarı binayı görüyordu, kapısına dokundu binaya yaklaşınca. İçeri girdi.
"Dondurma alacağım ben" dedi Ayşe, "hayır üşütürsün" dedi babası sanki. Hale bağırdı, "Şükrü Amca, söyle bu Kemal'e, benden para istemesin."
"Olur mu hiç" dedi Şükrü, "ne ayrıcalığın varmış senin?"
"Benim babam burada çalışıyor bir kere" dedi Hale. Güldü Şükrü, "peki peki, isteme Kemal şu kızdan para" dedi göz kırparak.
Ayşe gördü İstasyon Büfe yazısını, hala aynı şekilde, beyaz üstüne kırmızı boyayla... Gişeye ilerledi, "bir kişi Ankara, yataklı vagon" dedi. Sonra da başını indirdi aşağı, cam kapalıydı ve gişede de kimse yoktu. "Birazdan gelir, öğle tatiline gitmiş olacak" diyerek oturdu banklara.
"Kızım, niye oturuyorsun öyle, neye küstün bakıyım?"
"Ben dondurma istiyorum baba, dondurma."
"Üşütürsün ama, okul var bak yarın, daha yeni açıldı, hemen devamsızlık yapma."
"Yaparım, dondurma yiyeceğim ben."
Gülümsedi Ayşe kendi kendisine, birazdan kapıdan koşarak Hale girecekti sanki, "ben geldim" diyerek. Şükrü de "kraliçemiz gelmiş" diye takılacaktı sanki. "Kellemi almayın sultanım" diyecekti Hale'nin babası Hasan, Hale de okulda öğretmeninin anlattığı bir öyküde duyup da çok beğendiği cümleyi tekrarlayacaktı: "Tez kellesi vurula..."
Sesler mi yaşıyordu istasyonda, yoksa Ayşe'nin hayalgücü müydü bunlar bilemedi. İstasyon Büfe'nin de kapalı olduğunu canı dondurma isteyince fark etti. "Herhalde uzun sürecek biraz bu iş" dedi, çıkıp azıcık daha yürümeye karar verdi. Rayların öbür tarafına geçip yürümek istedi, boş arazide... Biraz ilerleyip arkasını döndü, siyah boyayla yazılmış Altuntaş yazısının silinmeye yüz tutan yerlerini gördü. Sonra kırık camları, biraz sonra kulbu sökülmüş ahşap kapıyı fark etti, kırık camdan içeriyi de görebiliyordu birazcık, biraz önce kapalı sandığı gişenin camlarının da yer yer çatladığını, kırıldığını fark etti. Sonra bir trenin düdüğünü duydu, sevindi. Heyecanla beklemeye başladı, trenin sesi gitgide daha yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tren hız kesmiyordu ama, bir yanlışlık vardı sanki. "Hayır" dedi Ayşe, "duracak."
Lakin tren durmadı, tüm hızıyla geçti gitti. İçeriden küçük çocuklar el salladılar Ayşe'ye. Hiçbir karşılık alamadılar, üzülmediler de ama, yolda kim bilir kaç kişi karşılık vermişti onlara, Ayşe bir şey ifade etmezdi...
Tren geçince, demin hayalgücünde sapasağlam kıldığı istasyonun harabeliğini iyice fark etti Ayşe, İstasyon terk edilmişti. Kullanılmıyordu, taşıdığı hüzün bundandı, o istasyon terk edilince sesler de hapsolmuştu içinde. Her terk edilmiş istasyon gibi, bir sürü kırık dökük anı barındırıyordu bünyesinde sarı taş bina... Ayşe koştu, kırık kapıyı açarak içeri girdi yeniden. Çatlamış gişe camlarını kırdı, istasyon camlarını iyice kırdı. Demin üzerine oturduğu bankın tahtalarının söküldüğünü fark etti neden sonra, yerde eski bir bilet buldu, "Ankara" yazan üstünde... Kırık banka oturdu, bileti alıp cebine koydu. Ağlamaya başladı, şimdi Ayşe, daha çok yaralıydı.

*Gülten Akın