23 Kasım 2008 Pazar

Doğu Gezisi Günlükleri - 3

22 Haziran 2008-Pazar

Bugün hava yağmurluydu. Sabah kahvaltıdan sonra 10:00'da Kağızman'a gidecektik, ama vazgeçtik. Odaya çıkıp TV izledik, kitap-gazete okuduk. Sonrasında hava durumuna bakmak için internete girdim. Yağmur durur gibi olunca, Ferit isminde bir taksiciyle yola koyulduk. Yeni kızı olmuş, adı Ilgın Ela... Yol boyu çok güzel bir manzara vardı, dağlar tepeler... İlk olarak yola çıkmaya hazırlanırken bir araç caddeden ani olarak yola çıktı, İstanbul plakalıydı. Kurallar yok sokaklarda.
Ferit Bey, Kars'ın yönetiminden şikayetçiydi. "Bize heykel-havuz değil, yol lazım" dedi. Sonra manzarayı seyrede seyrede ortalama 1 saat sonra Kağızman'a vardık. "Kağızman'a ısmarladım nar gele, nar gele..." şarkısındaki "nargele" kelimesini "nargile" olarak anlıyordum, fakat meğerse "nar gele" derken, Kağızman'dan beklenen narlar söyleniyormuş.
Arabadan inmeden şöyle bir gezdik, küçük bir yer, bir caddesi var o kadar. Sonra dönüş yoluna geçtik, güzel bir köy vardı. Orada durduk ve fotoğraf çektik. Dut pestili aldık. Kayısı ağacı doluydu ortalık, çağla gibiydiler. Dut pestili aldığımız adamdan 3-4 tane yeşil kayısı aldık. Sonra geldik, mısır yedik, odada biraz oturup yemeğe indik. Yemekte yayla çorba, tavuk salata, havuç tarator, haydari yedim. Portakal suyu içtim. Sonra pastanede oturup çay içtik. Odaya çıktık. Yoldaki manzaranın fotoğraflarına baktım, yemyeşil sıra dağlar, ovalar, ağaçlar...

14 Kasım 2008 Cuma

Doğu Gezisi Günlükleri-2

21 Haziran 2008-Cumartesi

Sabah 8'de kalktık ve kahvaltıya indik. Zeytin, poğaça, peynir yedim, portakal suyu içtim. (Bunları kaydederim hep nedense...) Sonra dolaşmaya çıktık, gece yağan yağmurdan eser yoktu, yerler kurumuştu. Bunu Ruslar'ın şehrin altyapısını çok iyi kurmasına bağlıyorlardı.
Ana cadde üzerinden yürüyüp ara sokaklara daldık. Eski Rus Binaları var her yerde, kimisine çok güzel bakılmış, kimisi köhne. Çoğunlukla yıkık, onarılmamış maalesef... Atatürk Parkı üzerinden Kars Çayı'na vardık. Orada Azerbaycan Konsolosluğunu gördük ve sonrasında taksiye binerek Kars Kalesi'ne çıktık. Virajlı bir yoldan kaleye tırmandık, yolun iki yanı da eski binalar ve harebelerle doluydu.
Kaleye çıktık, yerlerde madımak vardı. Cephanelikleri, odaları gezdik. Kars manzarasını izledik, bütün şehir adeta ayaklarımız altındaydı. Kaleden aşağı yürüyerek, geze geze indik. Eski Selçuklu Camiileri vardı üç-dört tane... Minareleri o zamandan kalma, renkli taşlarla yapılmıştı ve dolayısıyla büyük şehirlerdeki camiilere hiç benzemiyorlardı.
Evliya Camii vardı örneğin, hikayesi ilginç... Aslında Lalahan yaptırmış camiiyi, adı da öyleymiş zaten, sonra bir evliya ölmüş ve oraya gömülmüş, Evliya Camii olmuş adı...
Oradan yürüdüğümüz sokak çok ilginçti, dar ve güzel...
Sonra bir çay bahçesinde çay içtik. Bu arada gereksiz bir ayrıntı ama, önceki günkü maç sebebiyle gazete öğlen saat 1'de geldi. Dedemle çay bahçesinin olduğu caddeyi yürüdük biraz, bir binanın tarihi dokusu o kadar bozulmuştu ki, resmen bina kimliğini kaybetmişti. Yanındaki bina ise harabe konumundaydı.
Oradan çıktı ve Cuma Hamamı'nı gezdik. Restorasyondaydı hamam, fakat görevli bizim için açtı ve içini gördük. Orada çalışan kızla konuştuk epey, oradan da tarihi Selçuklu Hamamlarını ve bir türbeyi gezdik. Yine yıkılmaya yüz tutmuş binaları gördük. Taş Köprü'den geçtik, meşhur tarihi taş köprü. Kitabesi değiştirilmiş işgal edilince Kars.
Sonrasında Kars'ın çarşısına gittik, gazete aldık nihayet. Kaldığımız yere dönüp öğle yemeği (hamburger-patates v.s) yedik. Yine taksiyle Kars Müzesi'ne gittik. Eski çağlardan kalan paraları, kemikleri, süs eşyalarını gördük. Küçük çocukların yaptığı resimleri inceledik. Kazım Karabekir'in trenini gezdik, müzeden broşür aldık.
Sonra yeniden odalarımıza geri döndük, bir süre sonra ise akşam yemeğine indik.
Bu akşam ne yemişim: İzmir Köfte, Pilav-Portakal Suyu)
Pastanede çay içip odalarımıza çıktık.

Doğu Gezisi Günlükleri-1

Tren Rotası

15.25-Ankara Kalkış
Sırasıyla

Kayaş
Irmak
Kırıkkale
Yerköy
Şefaatlı
Sarıkent
Yenifakılı
Boğazköprü
Kayseri
Karaözü
Yeniçubuk
Şarkışla
Kalın
Sivas
Bostankaya
Karagöl
Çetinkaya
Güneş
Divriği
Bağıştaş
Ilıç
Eriç
Kemah
Dumanlı
Erzincan
Demirkapı
Mercan
Çadırkaya
Karasu
Saptıran
Aşkale
Erzurum
Uzunahmet
Hasankale
Köprüköy
Horasan
Süngütaşı
Topdağ
Sarıkamış
Selim
Benliahmet
Kars-Varış (ertesi gün 21.00)

20 Haziran 2008-Cuma

Gece saat 4'te Sivas'tayken uyandık tesadüfen, yataklı trendeydik ve tren uzun süredir Sivas'ta duruyor olmalıydı. İnsan uyku düzeni değişince uyanır herhalde, bir farklılık hissedince uyanır, yoksa gece 4'te niye uyansın ki?
Ki çok geçmeden anladık, bir şeyler yükleniyordu trene, üstelik yükleyenler trenin yatakla vagonu olup olmadığını umursamadan -hatta yataklı olmasına da gerek yok- bas bas bağırarak hallediyorlardı işlerini camın dibinde. Sivas'tan hareket edince tren gün ağarmaya başlamıştı, fakat biz yine uyuduk.
Sabah saat 9'da kalktık, halam yol için çörek yapmıştı, kahvaltı niyetine yedik onları. Etrafı seyrederek birçok yerden geçtik, doğa gitgide bakirleşiyordu. Daha dokunulmamış, daha saf, daha güzel...
İyi geliyordu çiçekler, sürüler, çocuklar... Sarıkamış'taydık ki yağmur başladı, Kars'a yağmur eşliğinde gece 9'da girdik. Bir taksiyle kalacağımız yere gittik, taksicinin taksimetresi çalışmıyor bahanesiyle bize söylediği fiyatla ilk kazığımızı yemiş olduk. Halam ve ben bir odada, babaannem ve dedem bir başka odada kalıyorlardı. Ruslardan kalma büyük siyah bir binaydı. Enlemesine uzun...
Geç kaldığımız için yemek çoktan bitmişti, ancak kuru kuru bir Adana Kebap yiyebildik, sonra odalarımıza çıktık ve Türkiye'nin maçını izledik. Hırvatistan'laydı maç ve Türkiye kazandı. Sonrasında dinlenmek için uzandık, zaten az kalmış olan Haldun Taner'in "Kızıl Saçlı Amazon" isimli kitabını bitirdim.

8 Temmuz 2008 Salı

Deprem

Öykü içerisinde gerçekleri de barındırmaktadır.

Sabah erken çıktık yola, oğlumla beraber. Henüz beş yaşındaydı, gülümseyen bir yüzle bakıyordu hayata... Farkında olmadan hiçbir şeyin, gülücükler saça saça etrafa, yaşıyordu, yaşadığının tadına vararak... Ben de mutluydum ya, tatile gidiyorduk işte beraber.
Yalova'dan geçtik giderken, vapuru, otobüse binişimizi saymıyorum. Yalova'dan bir yazlığım olsun istedim, insanlar yeni yeni başlıyordu güne. Ekmeklerini, gazetelerini almışlar kahvaltıya hazırlanıyorlardı belki. Ya da denize gireceklerdi az sonra, mayoları üzerinde olanlar da gördüm zira. Otobüs camından bakarken imrenmiştim onlara, halbuki beni de güzel bir tatil bekliyordu Erdek'te...
İstanbul'dan altı saat süren bir yolculuk sonrasında vardık Erdek'e. Cenk'e İstanbul'u gezdirmek için götürmüştüm onu, baba oğuz güzel bir gezme yapmıştık. Terminalden, evin-yazlığın olduğu sahile kadar yürüdük, ben, oğlum ve eşim. Eşim bizi karşılamaya gelmişti. Öğlendi, sıcaktı, çok sıcaktı. Hiç hatırlamıyordum öyle sıcak, boğucu, kasvetli bir sıcaklık. Sahilde, önceleri yazlık sinema olan, sonradan otoparka dönüştürülmüş alandaki apartmana girdik. Yazlık sinemayken orası, ne güzeldi her şey. Ninja Kaplumbağalar'ı izlediğimizi hatırlıyorum orada, her şeyi yakıp yıkmaya meraklı insan, orayı da yok etmişti işte.
Eve yerleşip kendimizi sahile attık. Plaj sıcaktan bunalanlarla dolup dolup taşmıştı resmen, herkes denizdeydi, kenarda oturan kimse yoktu diyebilirim. Gül de, oğlumuz Cenk'i alıp hemen girdi denize. Ben biraz oturup öyle gittim. Biraz yüzüp çıktık, şaşırtıcıydı, zira rüzgar başlıyordu. Ne üşütüyor, ne terletiyor, değişik bir rüzgardı. Daha çok ürpertiyordu sanki, Gül "bu rüzgar deprem rüzgarı" dedi. Çok sonraları öğrendim ne demek istediğini, tanıdım, hafızama kazıdım adeta. Hava serinleyip de gün batmaya dönünce eve gittik, üzerimizi değiştirdik banyolarımızı yaptıktan sonra. Sıcak suyla yıkanmak zor geliyordu yazın, soğuk suya da oldum olası girememişimdir, ılık suyla yıkandım. Yemeğimizi yedik, sonra Gül gitti, ertesi gün okulda -öğretmendi- birkaç işi vardı, pazar diye gelmişti zaten Erdek'e. O işleri halledip gelecekti Gölcük'teki evimizden buraya... Asıl Gölcük'te yaşıyorduk yani.
O gitti, biz de Cenk'le dışarı çıktık. Çay bahçeleri vardır Erdek'in sahilinde ilk olarak, sahilden giderken bir yandan içerilere bakıyordum tanıdık görürüm diye. Naci Bey'i gördüm, merhabalaştık. "Biraz yürüyüp eve döneceğiz, yorgunuz, yarın görüşürüz" dedim. Sonra Mahmut'u gördüm, "kapıların kapandı herhalde, düşeş atıyım mı sana" dedim, "sen düşeşi kendine at önce, bir kere yendin mi beni?" diye nazire yaptı. Kızarıp bozarıp "şeytanınız bol olsun" dedim, uzaklaştım oğlumla. Çay bahçeleri bitti sonra, "öğretmenevinin olduğu yere kadar yürüyelim mi, hem parkta seni salıncağa bindiririm dedim" Cenk'e, bir "yaşasın" çekti, anladım istiyor gitmeyi oraya...
Gökyüzünde normalden fazla yıldız vardı, oldukça fazla. Bir köşede, henüz parka gelmeden, fayton gördü Cenk. "Binelim" dedi, "olmaz" dedim, "paramız yok yanımızda." Ağlamaya başladı, bütün Erdek duyuyor olabilirdi ağlamasını. "Gel salıncağa bindiriyim seni" dedim, vazgeçmişti, faytona takılıp kalmıştı adeta. "Binemeyiz, laftan anla biraz" dedim sert bir ses tonuyla, anlamadı, ağlamaya devam etti. "Eve dönüyoruz, yürü" diye payladım bir güzel, hızlıca yürütmeye başladım. "Fayton" diyip duruyordu bu esnada hala, ben de hiçbir şey söylemeden elini güçlüce sıkıp adımlarımı hızlandırıyordum. Anlıyor olması gerekirdi, anlaması lazımdı.
Hava yeniden sıcaklamıştı bu arada, bir basıklık çökmüştü sanki. Eve girer girmez odama girip yatağıma uzandım, "sen de içeride yatacaksın, yarına kadar ne hata yaptığını düşünüp anla, o zaman alırım seni buraya" dedim, cezalandırdım kendimce. Yattık... Büyük bir gümbürtüyle uyandım, tarih 17 Ağustos, saat 03.02'ydi. Sallanıyorduk, hayatımda hiç görmediğim bir şekilde sallanıyorduk. Kalkamadım yerimden, çok korkuyordum, oldukça çok...
Ne kadar sürdü farkında değilim, birkaç parça eşyanın kırıldığını duydum içerde. Neden sonra, sarsıntı durdu. Hemen içeri koştum, Cenk uyuyordu. Ne kadar derin bir uykuydu bu, "Cenk" dedim, "Cenk" dedim gözlerini açtı. "Yangın mı çıktı" dedi, "deprem oldu" dedim. "Hadi çıkıyoruz." Hemen pijama altını çıkardı şortunu giymek için, "şimdi sırası değil onun, hadi olduğun gibi, pijamanla çık, bir şey olmaz" diyerek sürükledim. Koşa koşa indik apartmanı ve Erdek Çay Bahçesi'ne gittik ilk sıradaki... Akıllı bir davranış değildi kuşkusuz denize sıfır bir yerde oturmak, daha sonra yapacağımız birçok şey gibi bu da...Biri çıkıp "merkez üssü Erdek'se geçmiş olsun, yoksa marmara yıkıldı demektir" dedi. Korktum, cidden çok şiddetli bir depremdi. Televizyonlar uyanmamıştı henüz mevzuya, uyanırlardı yakında elbette.
Yarım saat sonra bir kanal kesti yayınını, "merkez üssü Gölcük olan, 6.7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi" dedi. Dünya başıma yıkıldı sanki, hemen eve koştum, telefona sarıldım, aradım düşmedi numara. Birkaç kere daha aradım, Cenk çay bahçesindeydi, hiç düşmedi numara... Elektrikler kesilmedi neyse ki, ama bir sarsıntı daha oldu, telefonu açık bırakıp dışarı koştum korkup. Bu iş şakaya gelmeyecekti.
Bölgelerden ilk haberler gelmeye başlamıştı, İstanbul'un yarısı yıkıldı diyorlardı, Adapazarı haritadan silinmiş, İzmit diye bir yer kalmamıştı. İmrendiğim Yalova toptan gitmişti. Zaten Marmara Bölgesi artık yoktu... Bu abartılı -tabii bu 'katliamın' haberleri yeterince abartılıydı insan aklına göre ama- haberlerden sonra gerçek şeyler duymaya başladık. Bir adamla, kadın ağlıyordu. "Biz Gölcük'ten geldik, evimiz ne halde acaba şu anda" diye.
Çay bahçesinde kah oturup, kah panikten kalkarak geçirdik geceyi. Gölcük'lü çiftle samimi oldum bu arada, oyaladım onları. Sabah olunca evimize davet ettim, gün ışıdığına göre girebilirdik artık, ne de olsa gündüz deprem olmazdı(!)
Otel odalarını boşaltıp geldiler evimize, birazcık telefon açma denemesinde daha bulundum, yine başaramadım. "Biz dayanamıyoruz" dediler, "Gölcük'e gitmek istiyoruz."
"Benim de eşim Gölcük'te" dedim, ne iyi olurdu beraber gitseydik. Belki birazcık beklesek ortalığın durulmasını daha iyi olurdu ama hepimizin aklı oradayken Erdek'te daha fazla duramayacağımızı anladık. Evi kapattım, indik aşağı ve arabaya binip yola çıktık. Makul sayılabilecek bir hızda gidiyorduk, Gölcük girişinde Jandarma karşıladı bizi. "Nereye gidiyorsunuz, neden geldiniz?" diye sordu, "evimiz burada, tatildeydik biz" dedik, bunun üzerine geçişe izin verdiler. Gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılıyordum, Cenk soran gözlerle bakıyordu bana. "Yok bir şey oğlum" dedim, "ceza verdi polisler, o yüzden böyle burası."
Zavallı birden niye buraya geldiğimizi anlamamıştı elbette. Şehrin sahil bölümü denizin içindeydi, binalar, ağaçlar, direkler... Ayakta çok fazla bina kaldığını söyleyemezdim, insanlar panik halindeydi, zaten arabayla daha fazla içeri giremedik. İnip yürümeye başladık, korkum çoğalıyordu gitgide... Yürürken gördüğüm manzaraları ömrüm boyu aklımdan atabileceğimi sanmıyordum.
Gölcük'lü çiftin evine vardık, ama ortada bir ev yoktu. Birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar, komşularını, arkadaşlarını kaybetmişlerdi orada belki, kim bilir... Hiç ses çıkarmadan bekledim onları, sonra kollarına girip götürmek istedim, Gül'ü de merak etmiştim iyiden iyiye. Birazcık daha yürüdük, bana saatler gelen bir süre sonra sürekli önde tuttuğum başımı, Cenk'in "anne" diye bağırmasıyla kaldırdım. Gül karşımda duruyordu, "sana ulaşmaya çalıştım" dedim ilk, "ben de" dedi. Birbirimize sarıldık, evimiz ayakta kalmamıştı, ama Gül kurtulmuştu. "Hakan'ların köpeği durmadı, nasıl havlıyor inanamazsın. Kapıları tırmalamış resmen, Hakan da dışarı çıkarıyım demiş. Sese uyandım, dedim hazır uyanmışken eşlik ediyim ona, indik aşağı hemen. Sonra yer ayağımın altından kaydı sanki, bir baktım evimiz gidiyor, gözümün önünde ev çöktü, çok korktum..." Ağlıyordu anlatırken, bizim de komşularımız vardı muhtemelen binada, tanıdıklarımız gitmişti. Öyle durduk sadece uzun süre, etrafa bakarak, Cenk de tanıdığı, yaşadığı yerin bu hale niye gelmiş olduğunu anlayabiliyordu zannediyorum, polis amca yalanını yuttuğunu sanmıyordum hiç. Sessizliği bozan ben oldum, "Erdek'e gidelim, burada yapacak bir şeyimiz yok" dedim. Sessizce başlarını sallayarak onayladılar.
Yeniden arabalarına bindik, "sizi bizim evde misafir ederiz" dedim. Sonrasını uzun uzun anlatmaya gerek yok ama, yaptığımız bazı şeyler şimdi mantıksız gelmeye başladı. Bir gün deprem fırtınası yaşandı, 25 Ağustos falan olmalı. Belediye anons yaptı evlerde kalmayın diye, peki dedik, açık bir araziye gittik, faytonların durduğu. Açık dediysem orada sandalyelerde oturduk, bazı insanlar sahilde, plajda uyudu. Biz de apartmanın dibinde, yıkılsa üstümüze yıkılır yani. İnsan mantıklı düşünemiyor ki, bir de saat üçte olurmuş gibi deprem, üç oldu ve evimize geri döndük.
Depremden sonra yirmi gün falan geçmişti, yeni arkadaşlarımız daha fazla dayanamadılar, "Gölcük'e gidelim, bir daha bakalım ne durumda" dediler. "Peki" dedik ve beraberce çıktık yine yola. Sonunu söylemeliyim, o çift Erdek'e yerleşti, zor oldu toparlanmaları tabii, biz de Erdek'teki evimizde kalmaya devam ettik bundan sonra. Hayatımızı normale sokmaya çalıştık, Gölcük'te gidenlerin yasını tuttuk, tüm marmarada gidenlerin yasını tuttuk.
Kaldığımız yere dönelim, Gölcük'te evlerimizin olduğu yerlere gittik. Gezdik turist gibi... İlk defa bu boyutta bir şey görüyordum, Cenk üzerinden çabuk atmıştı şoku, oyuna çevirmeyi bilmişti bütün bu olanları. Zaten biraz sonra ufak olduğu belli olan bir evin enkazına koştu elimden kurtulup. En tepesine çıktı, "güç bende artık" dedi gülerek elini yukarı kaldırıp. Kızdım falan ama... Çocuk işte...

6 Temmuz 2008 Pazar

İstasyon

Yaralıydı. Bir şeyden mi kaçıyordu emin değil açıkçası, ama kalbi acıyordu. Ayrılıktan veya başka şeylerden değil... Geçmişine ait çok önemli bir parçayı kaybetmekten... Otuzlu yaşlarını geride bırakmıştı, kestim kara saçlarımı* diyen şair misali, yaşlandıkça saçını daha da kısaltıyordu. Simsiyah kalabilmişti saçları hiçbir boyaya gereksinim duymadan, erkek gibiydi şimdi -ne demekse, saçın erkeği kızı mı kaldı?-, kısacık, kapkara saçları...
Eski zamanlara aitmiş gibi duruyordu aslen, zaten hiç kurtulamadığı çocukluğundan dolayı o da eskilerde kalmış hissediyordu kendisini. Neşeyle uyandığı bir sabah, babalarının görev yaptığı -biri biletçi, biri tren rotasını düzenliyor- istasyonda beraber koşup oynadığı arkadaşının telefonuyla neşesinin sebebini bulmuştu. Uzun uzun konuşmuşlardı, her sene gelenek haline getirdikleri toplantıya üç gün kalmıştı. Ankara'da, öğretmenevinde buluşuyorlardı bu sene. Arkadaşı Hale, "ben de geliyorum bu sene, biletimi aldım bile" demişti. Üç gün sonra görüşeceklerdi ama, konuştular da konuştular. Telefonu kapatınca bir hüzün bastırdı yaralı kıza, adını saklamayalım, Ayşe'ye... Nedenini o an anlayamadı...
İki gün sonra, sabah erkenden kalktı. Gece yola çıkıp, ertesi sabah Ankara'ya varacaktı Erzincan'dan. Biraz yürüyüş yaptı sabahın sessizliğinde... Sessizlik dediysek, insan sesi yoktu... Puhu kuşları ötüyordu yine, en sevdiği sesti, horozlar çoktan uyanmıştı. Karlı dağın yamacından koyun ve inek sesleri geliyordu. Bakkala gidiyordu Ayşe, gazetesini almaya, nitekim aldı da. Evine döndü sonra. Ahşap, çift katlı bir köy eviydi. Köhne, yıkık dökük değildi, bakımını yapmıştı Ayşe hep. Öğretmendi orada, gider gitmez ilk işi bu olmuştu, yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışmak... Üst katta, salon benzeri geniş bir holde duran kanepeye uzandı, gazetesini açtı. Hiçbir sayfayı atlamadan, satır satır okumayı severdi gazetesini eğer vakti varsa... Şimdi okullar tatildi, buna rahatlıkla vakit ayırabiliyordu.
On beş, -çok iyi hatırlıyor- on beşinci sayfaya geldiğinde dünya başına yıkıldı sanki. Tek bir ilan, "Hale Soylu'yu kaybettik. AİLESİ."
İki gün önce, şen şakrak sesiyle telefonda, "ben de geliyorum bu sene" diyen Hale...
"Daha çok erkendi" dedi kendi kendine, "daha kırk iki yaşındaydı."
O doktor olmuştu, Altuntaş Köyü'nde -Erzurum yakınlarında- okumayı başarabilmiş şanslı kızlardandı Hale de, Ayşe de... Biri doktor, biri öğretmen... Töre emirlerine, dinin sözde gereklerine, cahilliğe meydan okuyarak, azimle, çok sevdikleri Fatma öğretmenlerinin gösterdiği gibi "biz okumak istiyoruz" diye dikilmişlerdi ailelerinin karşısına. İkisi beraber, birbirinin ellerini tutarak, güç alarak... Tesadüf bu ya, -ya da hikaye mi demeli? Bu kadar basit mi?- babaları da gülüp "e okuyun okuyabiliyorsanız, izin veriyorum ben" demişti. Sonrasında bugündeyiz işte.
Kanepe kalakaldı Ayşe, ifadesiz bir yüzle. Akşama kadar da öyle oturdu, neden bilinmez, otobüs saati geldiğinde kalktı. Bindi otobüsüne, hızlı olsun diye tercih etmişti otobüsü. Yoksa trenler ona ayrılık değil, mutluluk ifade ediyordu hep, treni tercih ederdi.
Geceydi, muavin geldi otobüs kalkınca, "nerede ineceksiniz abla?" diye sordu. Ayşe baktı muavinin yüzüne, genç bir çocuktu. Okulların kapanmasını fırsat bilip, ekmek parası kazanıyordu muhtemelen, ya da daha kötüsü okumamıştı ve bu işi sürekli yapıyordu. "Ankara" dedi dili Ayşe'nin, aklı başka şey diyordu, umuyordu.
"Abla bu Ankara otobüsü değil ki, Kars'a gidiyoruz biz" dedi muavin, Ayşe güldü, "öyle mi?" dedi. "Sevindim, oturduğum yer boş olsa gerek, yolda bir yerde inerim o zaman" diye ekledi. Muavin şaşırmıştı, "peki" diyebildi ancak, devam etti arkalara doğru.
Gözünü bir an bile kırpmadı Ayşe. Gecenin karanlığına baktı durdu. Bir on yıl önce o saatte, Kars'a doğru yolculuk etmek hayaldi o bölgede. Şimdi ise otobüsler gidip geliyordu rahatlıkla, belki kimsenin kendisine bile itiraf edemediği tedirginlikler olduğunu unutursak.
Gitmemişti hiç köyüne, çocukluğunun geçtiği köye... İstememişti, giderse bir daha eskisi gibi olamaz sanmıştı. Şimdi gidiyordu işte, çok uzun sürmeyecekti yolculuğu... Birkaç saat sonra, ilk kez kullandığı -hep çekinirdi kullanmaktan- ikaz düğmesine basarak muavini yanına çağırdı. Muavin kırmızı ışığı söndürdü ve Ayşe'nin yüzüne baktı. Belli ki uyuyordu öndeki koltuğunda, şoförün "seni çağırıyorlar" demesiyle uyanmıştı. "Ben ilerideki köy yolunda inebilir miyim?" dedi Ayşe. Muavin, "ama abla, gece gece, dellendin mi sen" diye şaşkınlığını çok da kibar sayılamayacak bir yöntemle belirtti. "Yok yok, ben oralıyım zaten, merak etme. İndir beni sen yeter..."
Muavin çaresiz kabul etti, son derece içten bir tövbe çekerek öne doğru ilerledi yeniden, şoförün kulağına eğilerek muhtemelen biraz abartıyla kadının istediğini anlattı. Birkaç dakika sonra otobüs durdu, kadın kalktı, "bagajın var mı" dedi muavin, "hayır" dedi Ayşe ve otobüsten indi küçük el çantasıyla... Otobüs o indikten sonra yoluna devam ederek Ayşe'yi yıldızlarla başbaşa bıraktı. Bir kilometre içerideydi Altuntaş Köyü, Ayşe yürüyebilirdi, korkmuyordu...
Küçük ama emin adımlarla, kafasını kaldırıp yıldızlara bakarak, aya bakarak yürümeye başladı. Geceyi dolduran köpek ulumalarından korkmamaya çalıştı, kalp atışlarının hızlanmasını engelleyemeyerek de olsa... Şarkı söylemeyi denedi, Çemberimde Gül Oya diye... Köyün ışıklarını görebiliyor olması ona güven veriyordu.
Böyle böyle köye vardı nihayetinde, taşınmadığını, hala orada yaşadığını duyduğu Gülnihal Ablasının evine doğru yürüdü gayrı ihtiyari. Elli yedi yaşında olacaktı şimdi, on altı yaşındayken evlendirilmiş, on yedi yaşında çocuk sahibi olmuştu Gülnihal... Sonrasında da kocasıyla beraber -sevmişti, yalan yok- çekip çevirmişti ev işlerini. Kapıyı çaldı Ayşe eski anılarını düşünerek, Gülnihal Ablası'yla, bahçesinde içtiği çayları, topladığı yumurtaları, tavuklarından yediği gagaları...
Gülnihal kapıyı açtı, "hoşgeldiniz" dedi soran gözlerle. Ayşe gülümsedi, tanımıştı hemen Gülnihal'i, ama Gülnihal'in onu tanıması o kadar kolay değildi.
"Kimmiş" diye seslendi içeriden kocası, "Tanrı misafiri bey" dedi Gülnihal. "Basit bir Tanrı misafiri değil ama" dedi Ayşe, Gülnihal anlamamıştı. Dayanamadı, kimliğini açıklamaya karar verdi. Böyle şeyleri uzatamazdı oldum olası, çatlatamazdı insanları. Sabırsızdı, "pat" diye söyleyiverirdi her şeyi.
"Ayşe ben, Ayşe, Şükrü'nün kızı Ayşe."
Gülnihal "vışşşşşş" diye şaşkınlığını hiç çekinmeden belirtti, "kız ne öyle saçlarını kesmişsin erkek gibi, oynattın zahar iyice, bildim şimdi yüzünü, yemyeşil gözlerini, kapkara saçlarını bildim, geç geç durma kapıda el kızı gibi."
"Özledim bu sıcaklığı Gülnihal Abla be, gel bir sarılayım sana."
Sarıldılar, yılların hasretini gidermek istermiş gibi sarıldılar. Uzun zaman öylece kalakaldılar. "Sıcaklığı özledim diyorsun da, duyduk biz, Erzincan'da görev yaparmışsın sen, oralarda insanlar basmadı mı bağrına seni?"
"Bastı, bastı da, insan tanıdığı kokuyu özlermiş, bülbül altın kafes, çok söylendi, bir de ben söylemiyim."
Gülnihal'le birlikte içeri yürüdüler, Ayşe sanki kendisini korusun diye bırakmadı ellerini Gülnihal'in. Salona geçtiler, koltukta oturuyordu Ayşe'nin Celal Ağabey'i.
"Herif, bak bak kim bu tanı bakalım, ama nasıl tanıyacaksın sen, ben bile zor tanıdım. Çüş diyeceksin, Ayşe bu Ayşe..."
"Gül'üm -biri herif, öbürü Gül'üm, yerine göre- ne diyorsun sen, gerçekten mi?"
Kalktı, hiç de zorla olmayan bir samimiyetle kucakları Ayşe'yi. Hoşuna gitmişti belli ki...
Hoşbeş faslı bittikten sonra, oturdular koltuklara. Gülnihal çayları demledi getirdi. Saat de iki oldu bu esnada ama ne gam...
"Söyle bakalım Ayşe'm, ne attı seni buralara."
Hiç alıştırmaya çalışmadan söyledi hemen, "Hale öldü" diye.
"Bizim Hasan'ların kız Hale mi?"
"Evet o..."
Gülnihal "anlaşıldı senin bu hüzünlü hallerin, çocukluk arkadaşını kaybetmişsin de haberimiz olmamış. Nasıl olacak ki? Çok değişti buraları, Hasangiller de gitti, siz de gittiniz, aha şurada bir tatlı nine otururdu, onlar da gitti. Şimdiye nine mi kalmıştır da, onun evlatları ne yapar duymadık bile. Sizi duyduk gene, biriniz öğretmen, biriniz doktor olmuşsunuz. O Fatma Öğretmen'i sevmemişti ilkin bizim ahali, ne yalan söylemeli ya, sonra sevdirdi kendisini bize. Dil de yapardı ağzı, sizi de okuttu, helal olsun kadına."
Başıyla onaylıyordu Ayşe her dediğini. Bütün gece eskilerden, Hale'den, Şükrü'den, Hasan'dan, Ayşe'den, en çok da çocukluklarından konuştular. Bir yerden sonra da teslim oldular uykuya... Ayşe'ye yaptıkları köy kokulu yer yatağının rahatlığını da özlemişti Ayşe...
Sabah uyandığında, saat on bire gelmişti. Köy yeri için geç bir saatti bu. Etrafına baktı, evde kimse yok gibiydi. Çıktı, Celal ve Gülnihal bahçede çay içiyordu.
"Gel, gel, özlemişsindir benim çayımı şimdi."
Ayşe hemen oturdu yere, Gülnihal çayını koydu. Bir yandan içtiler, bir yandan konuştular. Gelip geçen herkese, "bu erkek gibi duran kız Ayşe" diyip gösteriyordu. Kimisi tanıyor, kimisi tanımıyordu elbet, ama Gülnihal herkese aynı coşkuyla anlatıyordu onu.
Çaylarını içtikten sonra Ayşe, "abla ben biraz yürüsem" dedi. Gülnihal baktı gözlerine anladı, "hadi git rahat rahat yalnız başına yürü, düşün, gez köyü" dedi. Gülümsedi, rahatlattı Ayşe'yi sanki.
Ayşe bahçe kapısından çıktı, başladı yürümeye. Her geçtiği yerde çay davetiyle karşılaştı, tanımadıkları bile onu çaya davet ediyordu. Bir yandan "kim bu yabancı" der gibi süzerek, bir yandan kabullenmeye çoktan hazır... Hale'lerin evinin önünden geçti, iki damla gözyaşı akıttı. Böyle böyle tüm köyü gezdi, ne kadar gezdiğini fark etmeden. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi, hafif dışarı doğru yürümeye başladı, köyün dışına. Uzakta o çok iyi tanıdığı sarı binayı görüyordu, kapısına dokundu binaya yaklaşınca. İçeri girdi.
"Dondurma alacağım ben" dedi Ayşe, "hayır üşütürsün" dedi babası sanki. Hale bağırdı, "Şükrü Amca, söyle bu Kemal'e, benden para istemesin."
"Olur mu hiç" dedi Şükrü, "ne ayrıcalığın varmış senin?"
"Benim babam burada çalışıyor bir kere" dedi Hale. Güldü Şükrü, "peki peki, isteme Kemal şu kızdan para" dedi göz kırparak.
Ayşe gördü İstasyon Büfe yazısını, hala aynı şekilde, beyaz üstüne kırmızı boyayla... Gişeye ilerledi, "bir kişi Ankara, yataklı vagon" dedi. Sonra da başını indirdi aşağı, cam kapalıydı ve gişede de kimse yoktu. "Birazdan gelir, öğle tatiline gitmiş olacak" diyerek oturdu banklara.
"Kızım, niye oturuyorsun öyle, neye küstün bakıyım?"
"Ben dondurma istiyorum baba, dondurma."
"Üşütürsün ama, okul var bak yarın, daha yeni açıldı, hemen devamsızlık yapma."
"Yaparım, dondurma yiyeceğim ben."
Gülümsedi Ayşe kendi kendisine, birazdan kapıdan koşarak Hale girecekti sanki, "ben geldim" diyerek. Şükrü de "kraliçemiz gelmiş" diye takılacaktı sanki. "Kellemi almayın sultanım" diyecekti Hale'nin babası Hasan, Hale de okulda öğretmeninin anlattığı bir öyküde duyup da çok beğendiği cümleyi tekrarlayacaktı: "Tez kellesi vurula..."
Sesler mi yaşıyordu istasyonda, yoksa Ayşe'nin hayalgücü müydü bunlar bilemedi. İstasyon Büfe'nin de kapalı olduğunu canı dondurma isteyince fark etti. "Herhalde uzun sürecek biraz bu iş" dedi, çıkıp azıcık daha yürümeye karar verdi. Rayların öbür tarafına geçip yürümek istedi, boş arazide... Biraz ilerleyip arkasını döndü, siyah boyayla yazılmış Altuntaş yazısının silinmeye yüz tutan yerlerini gördü. Sonra kırık camları, biraz sonra kulbu sökülmüş ahşap kapıyı fark etti, kırık camdan içeriyi de görebiliyordu birazcık, biraz önce kapalı sandığı gişenin camlarının da yer yer çatladığını, kırıldığını fark etti. Sonra bir trenin düdüğünü duydu, sevindi. Heyecanla beklemeye başladı, trenin sesi gitgide daha yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tren hız kesmiyordu ama, bir yanlışlık vardı sanki. "Hayır" dedi Ayşe, "duracak."
Lakin tren durmadı, tüm hızıyla geçti gitti. İçeriden küçük çocuklar el salladılar Ayşe'ye. Hiçbir karşılık alamadılar, üzülmediler de ama, yolda kim bilir kaç kişi karşılık vermişti onlara, Ayşe bir şey ifade etmezdi...
Tren geçince, demin hayalgücünde sapasağlam kıldığı istasyonun harabeliğini iyice fark etti Ayşe, İstasyon terk edilmişti. Kullanılmıyordu, taşıdığı hüzün bundandı, o istasyon terk edilince sesler de hapsolmuştu içinde. Her terk edilmiş istasyon gibi, bir sürü kırık dökük anı barındırıyordu bünyesinde sarı taş bina... Ayşe koştu, kırık kapıyı açarak içeri girdi yeniden. Çatlamış gişe camlarını kırdı, istasyon camlarını iyice kırdı. Demin üzerine oturduğu bankın tahtalarının söküldüğünü fark etti neden sonra, yerde eski bir bilet buldu, "Ankara" yazan üstünde... Kırık banka oturdu, bileti alıp cebine koydu. Ağlamaya başladı, şimdi Ayşe, daha çok yaralıydı.

*Gülten Akın

30 Nisan 2008 Çarşamba

Denizlerin Kraliçesi

Tehlikeli demişlerdi bu sulara. Korkmadım yine de, girdim bir cesaret... Zaten korksaydım böyle olmazdı, onca badireyi nasıl atlattığıma ben bile şaşırıyordum. Su soğuktu, hem de çok. Ayrıca akıntı vardı, neyse de yüzgeçlerim sayesinde karşı koyabiliyordum. Sürü halinde gezermişiz biz, öyle ezberletilmiş, halbuki öyle bir zorunluluk yok. Aslında öğretilen hiçbir biyolojik bilgi doğru olmak zorunda değil, siz irademiz yok zannediyorsunuz, ama var. Sürüden ayrılabilirim istersem, ayrıldım da zaten... Kurtlar da yemedi beni. Çok tehlike atlattım ama, dedim ya, çok...
Öncekileri geçiyim de, size son yolculuğumu anlatıyım. Sabah yeni olmak üzereyken başımdan geçen bir hikaye bu. Güneş yüzünü yavaş yavaş göstermeye başlamış, hani ilk saatleri daha sabahın, tatlı bir serinlik...
Boğazmış buranın adı, aldım başımı, girdim boğaza. İstanbul Boğazı, mavi bir yol adeta. Motorlar çalışmaya başlamış. Olanca hızımla, bir dalıp, bir çıkıp yüzüyorum. Görseler beni kıyıdan, "aaa yunus.." diyecekler eminim. Kendimi de seviyorum, beni de çok seviyor insanlar. Ben de onları...
Önüme bile bakmadan gitmeye başlıyorum, o kadar güveniyorum bu hırçın suların bana bir kötülük yapmayacağına...
Derken kuyruğum, kuyruğum... Hareket ettiremiyorum, şöyle bir yüzümü çeviriyorum ki ağlara takılmış. Zorluyorum, olanca gücümle çırpınıyorum ve ağlar yırtılıyor. Yukarı çekeceklerdi beni, ucuz atlattım. Ağlardan kurtulmamın şerefine yüksek bir atlayış yapıyorum, o sırada bir insan bağırıyor, "Allah kahretmesin bu balığı, hepsini öldürmek istiyorum..."
Ne yaptım ben onlara? Ya da ne yaptık biz?
Fok arkadaşlarımı da kafalarına vurup vurup öldürenler insanlardı...
Caretta'ları da kabuklarını parçalayarak öldüren onlar...
Sahi, bizi istemiyorlar mı yanlarında?
Olsun varsın, bütün insanlar kötü değildir, bizi sevenleri de vardır elbet. O bağıran -adam- acımasız(bana öyle geldi ya da), öyle olmuş olamaz gerçi(bana öyle gelmemiştir muhtemelen), gerçekten acımasız.
Aldırış etmemeye çalışarak yoluma devam ediyorum, daha dikkatliyim. Sağda bir motor var, yarış(yapalım m?) Var gücümle peşinden zıplaya zıplaya gidiyorum, motorun üstündekiler de sevinç çığlıkları atıyorlar, mutlu olmuşlar. Ben de mutlu oldum.(Demek hepsi acımasız değil bu insanların.) Bana ekmek atıyorlar, ayıp olmasın diye yiyorum. Oysa denizin içinde bir sürü balık var ve hepsi beni bekliyor. Hoş boğazda pek balık kalmamış. Görüş açım da muhteşem değil, ne yapmışlar burada. Motorun yolu kıyıya doğru... Ben boğazı geçmeliyim. Ayrılıyorum, hoşçakalın insanlar...
O da ne, az daha bir motorun pervanesi beni ezip geçiyordu. Ucuz atlattım sanırım. Neden böyle oldu ki sanki? Tehlike bu muydu?
Ohoo vız gelir... Ben neler neler gördüm. Devam etmeliyim yoluma, yine bata çıka... Ara sıra, varsa bu saatte uyanan insan -ki var, gördüm- görsünler beni diye, gösteriler yapıyorum. Yine bir zıplayışımda duyduğum bir sesle dehşete düştüm: "Yakalayalım, işte bir yunus, çocuklara gösteririz hem, ağlarımızı parçalıyor bunlar, rahat rahat avlanmış oluruz..." Ve anında bir ok geçti yanımdan. Tehlikedeydim.
"Zıpkını bana ver" diye bağırdı ötekisi. Hızlanmam gerektiğini söylüyordu içimden bir ses. Suyun dibine kadar girdim, ama nefesim tükendiğinde yeniden çıkmak zorunda kalacaktım. Olsun, idare ediyordum uzun süre. Hızlı hızlı yüzmeye başladım, motor sesi uzaklaşmıyordu bir türlü, hafiften arkama bakar gibi oldum, bir baktım da tam arkamda, hemen sağa saptım ve tüm gücümle zıpladım, bir zıpkın daha geçti yanımdan. Dehşet içindeydim, "ne yaptım ben size" diye haykırdım, "bu deniz benim, sizin değil." Anlamadılar, sadece ciyaklama olarak gidiyordu onlara sesim.
"Burası benim evim, evime ağlarınızı atıp, benim rahatımı kaçıran sizsiniz. Bunu yapmaya hakkınız yok" diye bağırdım... Anlaşılmayacağımı bile bile, olsun varsın diyerek.
Hızla hareket ettim... Hızla...
Kıyıya çevirmem gerekiyordu rotamı, oraya gelemezlerdi. Onların dilini anlayabilmem ne şanstı -siz anlamıyorum sanıyordunuz-, kıyıya hızla yüzmeye başladım.
"Lanet olası balık, kıyıya gidiyor, ama hırs yaptım, peşini bırakmak yok."
Bir kadın, yalısının bahçesine çıkmış -bu kavramları da bilmiyorum sanıyorsunuz, ama hepsinden haberim var- oturuyordu. Oraya doğru gitmem gerektiğini anladım, bu kadın beni koruyabilirdi. Tüm gücümü verdim, hızla hızla... Bir yandan zıplayıp, vücudumu tüm kütlesiyle suya bırakıyordum kadının dikkatini çekmek için. Daha da hızlandım, gitgide yaklaşıyordu yalı... Nihayet kadın ayaklandı, gözlerini kısıp bakmaya başladı, o kadar uzağı da görebiliyordum, -çok da uzak değildi aslen.-
Biraz daha yaklaştım ve kadın tam manasıyla görünür oldu, elini kaldırdı motordaki gözlerini kan bürümüş insanlara.
"Ne yapıyorsunuz siz?" diye bağırdı.
"Ağlarımızı parçalıyor bunlar, biliyor musun abla?"
"Öldürmeniz için yeterli gerekçe değil, siz iki balık avlayacaksınız diye bu hayvancağız canından mı olsun?"
Haklısın abla dedim içimden.
"Ama abla, ekmek götürmemiz lazım eve, balık avlayıp toplayıp..."
"Bu hayvanları rahat bırakacaksınız, bu yunus benim bundan sonra, çekin gidin şimdi evimin önünden, rahat bırakın..."
"Bir hayvanat için değer mi abla böyle bağırmaya?"
Ben çırpınıyordum, bir yere kaçmak istiyordum, ama kaçmıyordum niyeyse. Güvende olduğumu sezmiştim.
"Kapayın çenenizi ve defolun, ne demek bir tane hayvanat.. Sizsiniz hayvan, bunları öldürüp de sonra 'ben insanım' diye gezebiliyor musunuz? Ne bilsin o senin ağlarını, o sadece canının derdinde, canını kurtarmaya çalışıyor o vahşet dolu ağlarınızdan. Defolun, gidin, şimdi gidin, hemen..."
Adam korkmuştu kadından galiba ki, motoru ters istikamete çevirdi ve uzaklaşmaya başladı. Ben de "teşekkür ederim" dedim "ablaya" -böyle demem gerekiyordu sanırım- ve o her daim gülümseyen yüzümü çevirdim ona doğru.
"Canım, bir şeyin var mı, bir yerine bir şey yaptılar mı? Korkmuşsundur da sen şimdi, burada bekler misin beni, içeriden sana yiyecek bir şeyler getireyim."
Ayaklarını sürüye sürüye içeri gitti, "ben buradayım" diye bağırdım. Dalıp dalıp çıktım, sağa sola volta atar gibi gittim geldim. Sonra kadın gözüktü evin içinden, sevindim. Bir kova ve içinde balıklar getirmişti. Yanında da küçük bir kız vardı.
"Bak bu benim torunum, seni çok seviyor, korkma sen, yeni gelen nesil sizi sevecek, koruyacak, daha 'insan' olacak, korkma sen..."
Korkmuyordum... Attığı balıkları yedim.
"Bu balıkları ben tuttum evimin önünden oltayla, korkma, o sana zarar veren ağlarla yakalanmış balıklar değil. Hem bütün balıkçılar da onlar gibi değil, zararsızca balıklarını avlayıp gidenler de var."
Ciykledim -ne biliyim, öyle demek geldi içimden, ciyklemek-, attığı balığı bir çırpınışta yuttum. Kız kahkahalarla gülüyordu.
"Adı Deniz olsun mu babaanne" dedi, "olsun" dedi kadın.
"Adım deniz" diye ciykledim.. "Denizlerin sahibiyim..."

22 Mart 2008 Cumartesi

SON ŞANS

"Bu senin son şansın" demişti binadan çıkmadan önce Mert'e patronu. Aylardır doğru dürüst bir kare yakalayamıyordu. Patronun sabrı kalmamıştı artık. Uzun zamandır ortalarda gözükmeyen ülkenin önemli yıldızlarından birinin fotoğrafını çekmekti son görevi… Her gün başka biri koşuyor, fakat başaramıyordu. Çok iyi kamufle olmuştu. Mert, bir yandan karanlık sokakta yürüyor, bir yandan şarkı söylerken, bir yandan da yaptığı planın kusursuzluğunu düşünüyordu. "Melek Yıldızlı" hakkında dolaşan bir sürü spekülasyonu belki o cevaplandıracaktı. Başarılı olduğu takdirde bir daha işten kovulmamayı garantiye alabilirdi. Dört katlı küçük taş binaya girip en üst kata çıktı. "Melek Yıldızlı" karşı apartmanda oturuyordu ve bunu bir tek Mert öğrenmişti. İşten kovulursa parasız kalacaktı, bu yüzden büyük bir hırsla sarılmıştı bu son işine. Elinden geleni ardına koymamış, son parasını bu iş için harcamıştı. Bir daire bile kiralamıştı sahibinden, "temiz!" Melek'in oturduğu yeri bulmak için tüm imkanlarını zorlamıştı yani. Çünkü kimse dışarıda onu görmüyor, dolayısıyla takip edip evi bulamıyordu. Mert ise başka yöntemler uygulamıştı. Melek'in yakınlarıyla görüşmüş doğal olarak bir sonuç alamamıştı. Sonra Melek'in oturacağını düşündüğü yerleri dolaşmıştı, yine bir sonuç alamayınca, bu taş binada oturan biriyle konuşmuştu bir yerde tesadüfen. "Melek Yıldızlı" ismini duyunca hemen ona koşmuştu "nerede" diye. Yüklü bir miktar da para önerdikten sonra, şu an geldiği binanın en üst katında oturanlara da çok büyük bir para verip kiralamıştı daireyi. Binaya adımını attıktan hemen sonra, merdivenleri koşarak çıktı. Eve girer girmez camın kenarına yanaştı telaşla. Perdeler sıkı sıkı örtülüydü, sadece bir gölge gözüküyordu sürekli eğilip kalkan. Zaten üç tane cam vardı Mert'in gördüğü cephede gözüken, onların da hepsi kapalıydı. Anlaşılan Melek Hanım kendini göstermemeye kararlıydı. Ama Mert de vazgeçmeme konusunda inatçıydı. Üç saat geçti, dört saat geçti… Saatler birbirini kovalarken, hava da kararmaya başlamıştı yavaş yavaş, güneş batıyordu. Mert altı saattir orada bekliyordu, derken perdeler açıldı, kalp atışları hızlandı Mert'in. Hemen fotoğraf makinesini hazırladı. Ayarını yaptı. Birden gördüğü surat karşısında hayal kırıklığına uğradı. Cama çıkan Melek değildi. Hizmetçisi olduğunu tahmin ediyordu Mert. Esen rüzgar evin perdelerini havalandırıyordu. Hizmetçi odayı topluyordu, üstelik büyük bir hızla. "Melek gelecek odaya, onun için hazırlanıyor" diye düşünüp umutlandı Mert. Yeniden yerini aldı, hazırlandı. Hizmetçi uzun süre hazırladı odayı. Bir eğildi, bir kalktı. Toz beziyle, Mert'in görüş açısı dışındaki bir şeyleri sildi. Sonra ayağa kalkıp, üstünü silkeledi. İyice dik konuma geldi. Arkasını Mert'e dönüp, birini –ve tahminen Melek'i- beklemeye başladı. Bir zaman sonra Mert'in beklediği oldu. Melek Yıldızlı içeri girdi. Hizmetçinin önünde kalıyordu, o yüzden henüz çekmeye yeltenmedi fotoğrafı Mert. Hizmetçinin omzuna dokunarak teşekkür etti Melek. Sonra hizmetçi eğildi ve odadan çıktı. Mert gözünü objektife dayadı. Ayarını yaptıktan sonra, tam deklanşöre basacaktı ki, Melek yere eğildi. Kalktığında Mert gözlerine inanamıyordu. Bir bebek vardı kucağında. Melek Yıldızlı'nın aylardır ortada olmamasının sebebi bu bebekti belki de. "Oğlum Mert, başarıyorsun, sen başarıyorsun…"Deklanşöre bastı, fakat çalışmadı makine. Çekmedi fotoğrafı. Bir daha bastı, bir daha bastı. Olmuyordu. Mert heyecanlanmaya başlamıştı, ne yapacağını bilmez halde, makineyi kendine doğru çevirdi."Allah kahretsin…" dedi Amerikan filmindeki adamlar gibi "emniyeti açmayı unutmuşum." Melek gülüyordu, bakıp bakıp. Tam poz verir gibiydi bebeğiyle. Mert kilidi açtı, fotoğrafı çek… "Olamaz, şimdi zamanımıydı…" Melek arkasını dönmüştü.Tam o sırada bir ses gelmişti, ama Mert olan biteni tam kavrayamamıştı. Onun aklında sadece Melek'in yüzünün gözükmemesi vardı. Mert yine de çekti fotoğrafı. Birkaç tane çekti. Bir süre orada öyle hareketsiz durdu. Melek de gözden kaybolmuştu. Sonra hizmetçi geldi yine, yere bakarak bir şeyler söyledi. Sonra başını salladı ve camları kapatıp, perdeleri sıkı sıkı örttü yine. Mert gitmek için hazırlanmaya başladı. O sırada kapı açıldı, gelenler evin sahipleriydi. "Mert Bey, işiniz bitmiştir tahmin ediyorum. Evimize geldik, paramızı almıştık daha önce zaten, o zaman aramızda bir sorun yok demektir." Yani kibarca, artık gitmelisin diyorlardı. Mert nazikçe teşekkür etti karı kocaya. Büyük bir umutsuzlukla çıktı evden. Fotoğraf karesinde Melek'in olduğunun belli olmasını ümit ediyordu sadece. O gece rahat uyuyamadı, kısa süreli daldığı uykularda gördüğü tek şey, Melek Yıldızlı idi. Hep onun fotoğrafını çekememesini ve kovulduğunu görüyordu. Büyük bir huzursuzlukla uyandı sabah. İşe gitmek için hazırlandı, her zamankinden daha hevessiz. Sabah serinliğinde içi üşüyerek yürüdü çalıştığı gazeteye kadar. Fotoğrafları banyoya verdi, çıkmasını kapıda bekledi. Teslim aldıktan sonra, patronun yanına gitti, filmden çıkan fotoğrafları –ki çok azdı bunlar- teslim etti. Kendisi açıp bakmamıştı, cesaret edememişti bakmaya. Nasılsa sadece Melek'in arkası dönük fotoğrafları vardır diye düşünmüştü. Onlarda da Melek belli olmuyorsa, kovulacaktı. Fotoğrafları patrona uzatıp, biraz sonra idam edilecek mahkumlar gibi beklemeye başladı patronun tepkisini. Patron, fotoğraflara dikkatlice bakıyordu, Mert de patrona bakıyordu. Patron ise yüzünden hiçbir şey belli etmiyordu, ifadesizdi suratı. Ne kızgın, ne şaşkın, ne de memnun… Hiçbir şey… Ölüm kadar sessiz, sonsuzluk kadar uzun bir zaman sonra kaldırdı patron başını fotoğraflardan ve Mert'e bakıp, bir tane fotoğrafı gösterdi. "Bu ne Mert?" diye sordu. Melek Hanım'ın arkası dönük fotoğrafıydı, bir yandan perde uçuşuyordu, Melek Hanım ise fotoğrafın sağ tarafında çok küçük bir alanda gözüküyordu. "Me.. me.. Melek Yıldızlı efendim" dedi Mert titreyerek. "Aferin" dedi patron. Mert bunu kızgınlığına verdi, imalı bir aferin olarak aldı. Bir fotoğraf daha kaldırdı patron, bebek ve Melek'in fotoğrafı. Mert şaşkındı, emniyeti açtıktan sonra eli titrerken titrerken basmıştı deklanşöre belli ki, Melek arkasını dönene kadar bir tane fotoğraf yakalamayı başarmıştı. Patronun yüzü gülmeye başlamıştı. Hemen planı yaptı. "Yarın manşetten bu arkası dönük fotoğrafı yayınlayıp, altına da 'Kim bu kadın' yazıyoruz. Merak uyandıracağız. Ertesi gün, belki de öbür gün, Melek Hanım'ın asıl fotoğrafını yayınlarız. Aferin Mert, sana üç maaş ikramiye, normal maaşına da yüzde elli zam. Aferin oğlum, durdun durdun, en büyük işi başardın." Mert teşekkür etti, yine titrek, kekeme bir sesle. Yüzünde güller açarak çıktı odadan. "Mutlu son böyle bir şey olmalı" diye düşündü. Hayatını kurtarmıştı ve kırk fotoğrafla kazanamayacağı prestiji kazanmıştı bu fotoğraf sayesinde. Artık sırtı ölse de yere gelmezdi.

Eksik Öykü 4



YARIDA KALDI ŞARKILAR
Dünya değiştirdi işte, yaz geldiğinde her şey biraz daha eksik, herkes biraz daha korkaktı. Azalmıştık, yine o tanıdık serinlik vardı. Dayan yürek, dayan dedim ama... Giderek işimiz daha da zorlaşıyordu. Onu uğurlarken de içimden bir şarkı tutturmuştum. Yar gidiyor musun diye, gitme demiştim yine, bu kez hiç git demeden. İçimde bir korku vardı, gel biraz baharımı al dedim, soğuktur oralar. Gelmedi her zamanki gibi... Ben de bir karaağaç gölgesi buldum, cebimde ümitlerimle oturdum. Ne hoyrat ve şaheserdi bir masala inanmak, her yeni güne iştahla uyanmak ne zordu, yaşamak doyasıya. Gül söylemiyordu gizini, güvercin kaybediyordu izini, akarsu buluyordu denizini... Havai fişeklerle hayatı kutluyordu herkes. Oysa benim ki ne yalnızlıktı, ne sonsuz bir çoğalmak. Tek yaptığım onca sınanmaya rağmen, akıl oyunlarıyla oyalanmaktı. Aşk da olmasaydı... Sonra çok sevildim, aylardan mayıs, günlerden hıdrellezdi. Ama, o gün bugündür iflah olmamıştım ben, bir daha da sevmemiştim. Canım sıkıntıda, yüreğim dardaydı. Vakit bu vakit değildi, çok geç kalmıştım. Lale devri çocuğuydum ben, zamanım geçmişti çoktan. Sevmeyenler utansındı ama, bunu ona söyleyememiştim. Aşksızlığa mahkum edildiyse bu dünya yansın dedim, yansın be sevgilim... Yansın... Niyetim vardı ışığa çıkmaya gel gör ki hayat yoktu. Ben çoktan benden geçmiştim vakitsiz. Uslanmıştım artık, dilde vardı, dilberde yoktu. Ne hal kalmıştı, ne başka bir şey. Tek ihtimal vardı, firar bu candan. Gün batıyordu, bir su kenarına gidip gül bıraktım. Gül hemen kuytuya gitmişti. Bir ben seferdeydim sanki, başka yolcu yok gibiydi. Bir güvertede okuldan dönüşüm, yüreğim adeta bir güvercindi. Rastgele dedim, rastgele gönül, hatıralara... Feryat feryat geçiyordu içimden yıllar, iki gözüm iki kara bulut ağlıyordum. Az gittim, uz gittim sonraları. Hep onu hatırladım, hem onun adını sayıklayarak bittim. Kaderimin kastı vardı bana sanki. İsyan ediyordum, ya bu ateşi söndür, ya beni öldür diye. En son ihtimal de bu kalbi bu bedenden sür dedim. Penceremden geçiyordu sandallarla sevdalılar hercai, gökkubede aşkın sesi çınlıyordu saz semai. Kader böyleymiş, çalsın sazlar madem dedim. Alaturka başlasın... Oturdum dostlarla bir kenara, sazlar çalarken... Seyret dedim perişan halimi, akşam olmakta. Dostlarım da çok değildi, seyrelmişti, beyhude lafla vakit dolmaktaydı resmen. Genç yaşımda saçlarıma lapa lapa kar yağmıştı, halbuki gel dediğimde gelse, böyle mi olurdu sanki. Be vefasız dedim, gözünden mi düştüm, niye dönmüyorsun hala. Gün sayıyordum resmen, gelir belki diye –gelmez ya- ona kazak örmek için yün sarıyordum. Herkes gitmişti yine, sabahı zor etmiştim. Tan ağarıyordu. Yorulmuştum alınmaktan, kırılmaktan... O her su veren ele açan kolay bir çiçekti, anlayamamıştım. Onsuz yetim kalmıştım şimdi işte, yurtsuzdum, yersizdim. Hazan, hüzün hepsi bendeydi. Bir masaldı belki onunla aşkımız, ne yazık ki sonu yoktu. Hazin, kibar bir vedayla son bulmuştu. Gel derken de, git derken de biliyordum bir daha çok zordu. Suçsuzken kendimi suçlu hissedişim nedendi peki? Anneme döndüm yine, geçiyor anne bizden de dedim. Şimdi bıraksam her şeyi gitsem olmaz, vazgeçip hayattan ölsem olmaz. Devam ettim öyküme...
ÇİLE
Bir sabah saçlarımı okşayarak girmişti içeri rüzgar. Aynaya baktığımda çizgilerden oluşmuş bir yüz vardı. O an bir şeyler oldu sanki, yok olmaz dedim, dur... Biraz geç kalın, erken daha... Aradım, sordum, sırra eremedim. Bilmiyordum başı, sonu neresi bu hayatın, tek yaptığım nehir gibi akmaktı. Göremiyordum, boşa bakıyordum bazı, bir can yakıyordum, bir türkü yakıyordum... Sadece bir kulun deli divanesiydim aşka gelince. Ne rahat bir soluk almıştım şu hayatta, ne de huzur bulmuştum. Yine de sevmiştim her şeyi, belki de bir tek çocuğumu. Benim çocuğumu sevdiğim gibi, kimse beni sevmemişti işte. Ne söylesem, ne beklesem, ele geçmiyordu istediğim. Sanki beni boğuyor, zaman zaman da ölüyor gibiydi isteklerim, kalbim. Büklüm büklüm boynumda bekliyordu dargın anılarım. Ben sevmiştim, eller almıştı. Kalk gidelim dedim kalbime, ben ağlıyordum. Ona demiştim, yaşıyordu daha, açıktı gözleri, sen dik dur ben sana eğilirim bundan sonra demiştim. Şimdi ise rüzgarı katmıştım önüme, dostlar sağolsundu. Şimdi bir arada olabilmek ne mümkündü, bir arada kalabilmek imkansızdı. Seneler alıp gitmişti ne var ne yoksa, her şeyi... Geri dönmek işten değildi, hani bir ümitle ya olursa derdin ya, bile bile her şeyin bittiğini. Öyleydim ben de işte, sonradan koymuştu bu ayrılık da. Ben yalnız onu severdim, ama koruyamamıştık aşkın ahengini. Nerelerdeydi, neler yapıyordu, unutmuş muydu acaba beni? Ah... O da!!! Kimleydi, nasıl yaşıyordu, ya da orada yaşam var mıydı, ah... Hala onu taşıyordum, şuramda... İyi kötü ömrümü tüketirken, avutamıyordum onsuz gönlümü. Aramıza yollar, yabancı kollar girmişti. Yüreğini korumaya bak demiştim bir gün ona, bir yanın çocuk kalsın bırak. Hadi gel, gülümse demiştim, hayat zaten zordu... Geri dön demiştim, uzanıp tut elimden. Alışırım zannetmiştim, ama vazgeçmemiştim. Üzgündüm gidenler için, bitenler için, sadece üzgündüm. Beni affet dedim duyar belki diye, affedilmesi gereken benmişim gibi. Ölüm böyleydi galiba, günahlar da olsa, zaman aklıyordu. Yıkanıyordu ihanetler, ahlar. Oysa daha hikayenin başındayken, hayat bu kadar kirlenmemişken, ne kadar güveniyordum kendime. Diyordum ki büyük palavra aşk, e hayat zor budur mesele. Azıcık küçümsüyordum fırtınada savrulanları, samimi de gelmiyordu bana aşk diye kavrulanlar. Bilsem... Biçiyordum şimdi ektiğimi... İçiyordum, tüm meyhaneler benimdi. İhanet intikamsız kalmamıştı yine. Ağladım, ağladılar... Hayat böyleydi, durulup dalgalanmıştım, bütündüm, parçalanmıştım. Sora sora bitmiyordu, hiçbir cevap yetmiyordu. Neden, neden, neden? Kalk gidelim dedim yine aşka, bu terazi çekmiyordu. Dünyanın matemi üzerime yürüyordu. Ne olur diye yalvardım ona, ne olur sevgilim beni de koru. Üzerimden asırlık acılarla, yıllar geçmişti, bir zamanlar nedensiz sevinçlerim vardı benim, bir zamanlar benim için de korkaklık, ölüme eşti.
SON BİR ÇABAYLA UMUTLARA SARILMAK
Ne kadar ağladım, ne kadar üzüldüm ben de bilmiyordum. Hatırasıyla barışmak çok uzun sürmüştü. Herkes kendi kaderini yaşıyordu sonuçta, bir hayat daha olsa yine öyle olacaktı. Bir sabah sürgünden döndü ümitlerim, uyandı içimde yeniden sevmek hevesi. Yine boş kapı sesleri duyuyordum, sessizlik bağırıyordu. Bana hep öyle geliyordu. Muhabbet kuşları ötüyordu, trenler geçiyordu, unutulmuştum. Alçak ten de ruhuma ihanet etmeye başlamıştı yavaş yavaş. Gelen diyordu aşk her şeyi halleder diye, ama aleyhime işliyordu seneler. Nerelerdeydin ben gençken diyordum gelenlere. Hatıralar da başucumda nöbet tutuyordu gece gündüz. Yarıda kalmıştı tüm şarkılar, bu yaraya zaman da deva olamıyordu. Bülbüllerin ötmesini bile istemiyordum. Ama işte unutuyordu insan, yana yana. Ölüm herkeseydi, zaman basıp kanayan yaramıza, unutuyorduk işte. Kırık telli sazım dünya dünya diye yanıyordu, sevgiler sevgililer, yoktu meydanda. Yolun yarısı bile değilken, yıllar çoktan geçmişti. Son bir çabayla umutlara sarılacaktım, gelsin dedim hayat bildiği gibi, işim bu benim yaşamak. Bu gece acıların hepsini çekecektim, dünya misafiriydik sonuçta. Dünya bir han, biz seferiydik. Bir ömür yetmiyordu büyümeye!!! O yüzden, ahd vermiştim, hayatı kadere inat sil baştan yaşayacaktım. Geçse de yıllar, hep düne de ait kalsam...Çocukluğum kavruktu, gençliğim savruktu, yetişkinliğimden de hiç hayır yoktu ama ahdım olsun yaşayacağım hayatı sil baştan. Hep öğretilenlerle yaşamıştım zaten, eninde sonunda hayat herkesi kuzulaştırırmış demişlerdi, mutlaka uzlaştırırmış... Bizi de dövsün madem hayat dedim, bizi de yorsun varsın. Yaşamak istiyordum, yaşayacaktım... Hem de yasaksız bahçelerde!!! Umut dolu, hayat dolu... Dünya durmazdı, ama ben bıkmadan, usanmadan, yaş alırken yaşlanmadan... Tempo... Tempo... Kimse yetmeyecekti artık, tacını, tahtını, bahtını verse de... Çula çaputa eğmezdi bu gönül başını, aşk arıyordum. Çekmiştim isyan bayrağını, dalgalanıyordu başımda hür... Kim diken salarsa salsın üstüme, bende deste deste gül vardı. Bu yüzden kalktım ayağa, hayat zorlaşınca, çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca, şarkı söylemek lazım dedim. Dil yetmeyince, dert bitmeyince... Şarkı söylemek lazım dedim. O zaman belki hafiflerdi yüreğin yükü biraz. Evet, bazen daha fazlaydı her şey ama, insan da çökebilirdi. Tek yapmam gereken, radyoyu açıp şarkı tutmak, kitap okumak, gerekirse balkona çıkıp bağırmaktı. Fazla üzülmemek gerekiyordu, bir gün hayat bitecekti elbet. Bir şiirden, bir sözden geçirmeden can dayanmıyordu, yıldızların ışıklı fırçası değmeden, şahane bir hüzün tablosu da tamamlanmıyordu ama... Ömür buydu, imtihanla geçiyordu. Anneme baktım, sarıldım ona... Ben gidemem dedim, kimseden gidemem. Artık acının insana kattığı değeri de biliyorum, küsemem... Acıdan geçmeyen hayat da biraz eksiktir dedim. Gidemem, işte böyle yapışkan oldu senin evladın dedim. Gidemem dedim.. Gitmedim...
SON

Eksik Öykü 3



İHANET
Hiç yaşamadığım bir şey oldu. Bana söz vermiş, yemin vermişti. Ölünceye kadar helalinim demişti. Başka tenlere değmişti artık, hangi kitaba sığardı bu ihanet, kendini kime verdin dedim. Sustu... Hırsımı almam gerekiyordu. Tutuşup yan dedim, küle dön... Yok bu da yetmez, mum gibi sön. Yapamadım.. Gözümün önüne geldi, kıyamadım. Ben öleyim, yeter ki dön dedim. Neden bu kadar yufka yürekliydim, o da kirlenmişti işte. Anladım sonunda, bana bu dünyada saadet nasip değilmiş. Bu aşk dediğin, ne yenir ne içilirmiş. Üçüncü aşkımı da mahvetmiştim sonunda. Ben öleyim yeter ki dön demiştim ya, devamını da getirdim onun. Tüm kızgınlığımı, gururumu sildim, unuttum ne var ne yoksa. Her şeyi affettim, gel dedim. Bu üzgünlüklere değmezdi, her şey daha azdı arkadaşlıktan, aşktan. O benim aynam gibiydi, kendi pişmanlıklarımı görüyordum onda. Bense onun cama yansıyan aksiydim, biraz daha soluktum ona göre. Her zaman aynı değildik yani, gözükmüyordu bile bazen. Ayrılıklar, kavgalar, aşklar hepsi bizim içindi. Tek şey söyledim ona. Aldatma... Acıyor, değmiyor, aldatma dedim. İhanet onarılmaz dedim. Gene büyük laflar ettim, öldür ama aldatma dedim. Öldür ama aldatma... Dönmedi... Artık eğilip üzerime, bakıyordu balkonuma komşu akasya. Susuyordu, sustukça... Ben boğuluyordum. Battım çoktan battıkça... Avaz avaz eşyayla boğuşuyordum. Söyle dedim, aldattın mı? Öpüştün mü, seviştin mi yattın mı? Uyudun mu el koynunda, sonra mahmur mahmur kalktın mı? Bunlar olduysa, neye tutunup kalacaktık hayatta. Ne mana kalmıştı hayatta... Görmüştüm gözümle, günden güne bittiğini. Koynumdayken anlamıştım, başkasına gittiğini. Ben öldüm işte o zaman, anlayınca onu seçtiğini. Mecburen hatırasını kalbime gömdüm, hissedince benden geçtiğini. Hiç huzur yok muydu dünyada? Boş yere mi yaşıyorduk biz? Sevip de mutlu olan varsa tanımak isterdim, severek belamızı arıyorduk aslında. Keşke hiç sevmeseydim dedim. Neyse ki unutuluyordu, insanın kaidesi buydu. Her şey eskiyor, eşya bile yoruluyordu bir zaman sonra. Avaz avaz bağıran eşya... Yoruluyordu... Eşyaydı işte, boş eşya... Yürüyordum nihayetinde acının hasretin üstüne. Her an deli gözleri aklımdaydı, öpüşü, iç çekişi... Kimler almıştı şimdi onu? Kimler öpüyordu?
GİT....me
Bu gece sondu artık, bırakıp gidecektim her şeyi. Yine de gitmeden önce söyleyecektim ona, elimi tut diye. Düşman olma diyecektim... O da kim bilir belki bana mutlu ol derdi, iyi bak kendine... Kızmamıştım ama, kırılmamıştım ama, kararlıydım olamazdı artık. Yazıp, bozmamıştım ama zararlıydım. Kan tutmuyordu, olayın nereye gittiği belliydi artık. Neticede muhtelif arayla günleri karartıyorduk sırayla. Yanına gidip, kapıyı çaldım. Açtı hemen. İlk sözümü hazırlamıştım, madem ki istiyorsun, öyleyse durma git dedim. Beni düşünme dedim, sensiz olabilirim. Hiçbir acı da sonsuza dek sürmezdi, hatta belki yeniden de sevebilirdim. Sonuna da bir büyük laf kondurdum yine, uzun zamandır ayrılmak istediğimi söyleyecektim sana, git dedim. Döndü arkasını, kapıyı kapatmaya yeltendi, gitme dedim. Git... Git... Git... Ne onur kırıcı, GİT....me.... Gitme kal yalan söyledim, ayrılığa hazır değilim, daha şimdiden deliler gibi özledim dedim. Gitme... Özlediysen beni birazcık, kalk gel, bırak kim ne derse desin, yasak günah derken hayat elden gidiyor dedim. Öyleydi ama, bunları düşünen insanların kendi hikayeleri yoktu, sadece seyirciydiler dünyada. En sonunda da sen seç ben söyledim son sözümü, ölmem artık dedim. Arkamı dönünce de gel kıyma dedim. Gittim, bana gitme demedi.
GEL-GİT
Şimdi başka günler başlamıştı. O ve ben sevgiden çok farklı şeyler anlıyorduk, o güç istiyordu, ben aşk. Bu yüzden anlaşamamıştık belki. Ama benim içimde koskocaman bir yer, ona da başkalarına da yeterdi. Ateşle oynamaması gerekiyordu, sonunda elleri, dilleri yanacaktı. Yine aldım gururumu ayaklar altına, gel dedim, istersen beni vur, vurduğun yerde gülle açacak. Sonra vazgeçtim, git efendi gibi yoluna dedim. Gidip sevsindi istediğini, alsındı koynuna. Ondan tek istediğim, bana huzur dilemesiydi. Saksılara sardunyalar ektim, kendime kahve koyup, resimlere baktım. Sonra düşündüm de dünyaya geldiğimde de tektim. Yine vazgeçtim. Benim de bir kalbim vardı ve onun aşkıyla doluyordu. Gerçeği gözden kaçırıyordu, eğriyi doğruyu şaşırmıştı yine. O kadar aşkın varsa hemen gel dedim, kalbimde karargah kuracaksın. Canım çok yanmıştı, belki hayat yüzünden... Onun suçu yoktu ki. Gel yeniden buluşalım, bir başka bahar yaşasın şu gönlüm dedim. Her insan romandır, kahramandır dedim. Benim de bir hikayem vardı ve bu hikayenin içinde o çok büyük bir yer tutuyordu. Son aşkım... İnsafı yok muydu? Bir gülen yüzü esirgiyordu benden. Dağ mıydı, taş mıydı bu?.. Seneler geçiyordu, gönül ektiğini biçiyordu ama bir selam lütfet dedim, gel kavuşalım artık. Bahar gelmişti, dalları kiraz basmıştı, yedi kat eller bile yakınım olmuştu, ama o barışmıyordu. Başkasını seçmişti. En sonunda yine kararımı değiştirdim. Bu sözler doğruyu söylemiyordu belki ama, ister gel ister gelme dedim. Sevdan beni terk etmeyecek ama bunu bil diye de ekledim. Fark etmez dedim bir de çok şartmış gibi. Gelmedi... Sen de mi gidiyorsun dedim. Ne gel git duygularım vardı. Gel diye yalvardım resmen, gel de kalbimi biraz okşa. Gururlar düşmandı, dost değildi. Gel dedim... Kanun değil bu... Bir daha gitti duygular, bir boşluğa düştüm yine. Bırak beni artık, benden hiç hayır yok sana dedim. Zorlamıyordu ama, kendi kendime gelin güvey oldum, zorlama, zorla güzellik olmaz dedim. Belki de kendi içime söyledim, ilk günleri unutamıyordum. Bu yüzden alışamamıştım yeni duruma belki. Çoktan da unutmuştum mutlak mutluluğu... Neden sonra bir şey oldu.... Oyun etti, nerelere gitti... Söylemedi... Uykuda mıydı?

17 Şubat 2008 Pazar


"Gözlerinde telaş
Yıllar sence yavaş
Acelen ne, bekle Aysel Gürel..."

18 Ocak 2008 Cuma

KARA BULUTLAR

Yağmur yağmış dün akşam. Havanın sıkıntısı da gitmemiş hala. Şöyle bir boşaltsa birden, nasıl temizlenir her yer.
Böyle bir güne uyanmak çok kötü bir şey aslında, sabah olmamış gibi geldi hatta bugün bana. Dışarı çıkasım da yok. Odamın ışığını yakmadan aydınlanmıyor içerisi, güneşin cömert davranmadığı günlerden biri olsa gerek.
Rutin sabah davranışlarımı sergiliyorum kendime, kim bilir kaç kişi uyuyor şu an hala? Her sabah olduğu gibi, yine söz veriyorum, “akşam eve döner dönmez uyurum ben” diye. Yine tutamayacağım sözlerden…
Üstümü giyinip çıkıyorum, yağmur yağmıyor, havanın sıkıntısı ondan olsa gerek. Hep aynı suratlar, hiç kimse gülümsemiyor. Ağzına kadar dolu bir otobüs geliyor, mecburen biniyorum. Sevgiden, saygıdan uzaklaşalı çok oldu zaten dünya. “Arkalara doğru ilerleyin…” diye sertçe bağırıyor şoför, yolcular da destekliyor onu. Kavga çıkıyor yine her zamanki gibi, sudan sebeplerden… Kaşının üstünde gözün var diyip kavga çıkaracak duruma gelmiş herkes.
Biri şoföre laf atıyor, “üstümüze de yolcu mu bindireceksin” diye. Yolculardan başkası da ona veriyor cevabı, “sen bindin, o binemeyecek mi?”
“Sen karışma” diyor öbürü tekrar, “baksana otobüsün haline.”
Hepsi haklı kendisine göre. Yaşlı bir teyze var, o söyleniyor, “gençlerde hiç saygı kalmadı, oysa eskiden böyle miydi? Biz kalkar yer verirdik hemen.”
O da haklı…
Bir çift oturuyor koltukta, belki uzun soluklu, belki daha yeni… Tartışıyorlar, “hayır akşam o yemeğe gidemezsin” diyor çocuk, kıza. Kız da “giderim, bana bu kadar müdahele edemezsin” diyor. Çocuk her şeye rağmen ediyor müdahelesini, biraz daha reddederse kız, şiddete bile başvurabilecek gibi duruyor.
Mafya kılıklı biri duruyor ilerde. Etrafı kesiyor, “bu otobüsün süper gücü benim” der gibi. Hemen gelip müdahele ediyor. “Siz bilemezsiniz, ben sizin adınıza çözeyim” gibi bir hali var. “Yenge, haklı abimiz, gitme o yemeğe sen” diyor.
“Nerden yengen oluyorum ben senin?” diye cevap veriyor kız.
Gerçeklikten çok uzaklaşmış gibi bir konuşma var aralarında. İnsan dizide görse dalga geçer, ama gerçeğini görünce inanamamakla yetiniyor. Hangi makul biri, iki kişi arasındaki tartışmaya müdahil eder ki kendini? Ne gerek vardır yani?
İşin garibi, diğer yolcular pek de ilgili gibi değiller bu durumla. Herkes kendi derdine o kadar dalmış ki, büyük gürültü koparan dertler dikkatini çekmiyor.
Otobüs sarsılıyor, ani fren sebebiyle o anda. O kabadayı adam tökezliyor, bütün karizması gidiyor sanki, ama yine de bir korku var ona yaklaşmayı düşünmüyor insan.
“Zamanında bassana düğmeye be teyze, bak ne oldu?” diye bağırınıyor şoför. “N’apıyım evladım, gözüm de görmüyor ki, ancak anladım geldiğimizi. Öyle bağırına kadar camlarını temizlesene önce” diyor.
Haklı… Şoför de teyze de haklı. Bu teyze demin gençlere çatan teyze, şoför de yolculara çatıyordu. Teyze kendine çatacak yeni birini bulmuş ama, şoförün hedef kitlesi hala aynı, yolcular…
En arkadan biri söyleniyor, “hiç saygı kalmadı cidden, teyze düğmeye geç basmış ne olacak yani, niye bağırıyor bu yaşlı başlı kadına.”
O uçtan olaya müdahil oluyor. Durağım yaklaşıyor o esnada. Düğmeye basıyorum, vaktinde. Kızdırmıyorum şoförü. Bir aydınlık çökmüş dışarıya sanki, bulutlar hafiften açılmış da, güneş doğmuş gibi. Gökyüzüne bakıyorum, gökkuşağı çıkmış. Herkes bakıp gülümsüyor yukarı, birbirine gösteriyor bak gökkuşağı diye.
Düşünüyorum da indiğim otobüs, küçük bir dünya profiliydi belki. Herkes birbirine çatıyor. Düşmanlar bile belli değil. Birileri, hiç kendilerinin olmayan topraklarda hak iddia ediyor, beriki dünyanın bir ucundan buralara kadar gelip, siyah sıvının peşinde, sudan sebepler uydurup orayı burayı sözüm ona özgürleştiriyor.
Her yerde başka bir kavga, birbirlerine nispet yaparcasına, hep daha büyüğü geliyor. Oysa “göze göz, dünyayı kör eder.”
Düşünüyorum da, dünyanın da büyük bir gökkuşağına ihtiyacı var sanki, belki o renkler biraz unutturu insanlara kavgalarını. Herkes haklıyım diyor da, kimse “suçlu aslında kim” diye sormuyor. Bir gökkuşağı gelene kadar, kara bulutlarla kaplı gökyüzü şimdi. Zaten şu anda da kimse bahsedemez o sözcükten, daha insanlar kendi aralarında anlaşamıyor ki. Barış mı dediniz?

12 Ocak 2008 Cumartesi

Azerbaycan'dan Kaybettiklerim...

Geçen gün bir şey izlerken geldi aklıma;

Azerbaycan'dan aldığım çok güzel bilekliğimi Fenerbahçe'de kaybettim.

Azerbaycan'dan aldığım o çok sevdiğim saatimi de karlı bir günde Sarıgazi'de kaybettim.

Saçmalık olsun diye de buraya yazdım.

Ama ben onları çok severdim.

Azerbaycan'dan Kaybettiklerim...

Geçen gün bir şey izlerken geldi aklıma;

Azerbaycan'dan aldığım çok güzel bilekliğimi Fenerbahçe'de kaybettim.

Azerbaycan'dan aldığım o çok sevdiğim saatimi de karlı bir günde Sarıgazi'de kaybettim.

Saçmalık olsun diye de buraya yazdım.

Ama ben onları çok severdim.

3 Ocak 2008 Perşembe

Şair Burada Bayrağa Sesleniyor


Ekmek kavgası adına mı yapılıyor her şey?
Demokrasi getirmek amacıyla dünyanın bir ucundan gelip, kaos ortamı yaratıyor birileri.
Beriki, demokrasiyi bile koruyamıyor, onu da destekliyor demokrasi aşığı ülke.
Bir varil sıvı için kanlar akıyor, o sıvıyı hayatlarında görmemiş kişilerin kanları.
Dünyanın bu kısmında kan akıyor her yerde.
Şair diyor; "ırak kül, ırak yıkıntı, ortadoğu yara dünya."
Ama masumlar ölüyor, dünyanın pisliğine bulaşmamış, ellerini kan ile kirletmemiş masumlar, tepeden tırnağa kan oluyor.
Ufacık çocuklar, dersanelerine giderken ölüyor, sırf babalarının mesleği yüzünden belki de...
Babaları ölüyor, sırf ülkelerini o hainlerden korudukları için...
Kendi şehirlerine bile saldırıyorlar yeri geliyor.
Söylenecek her söz biraz eksik kalıyor, söylenecek her şey...
Boğazda bir düğüm, kocaman...
Oturuyor olduğu yerde.
Dünyanın bu yarısı birbirini yerken, öbür yarısında da yemek kavgaları oluyor belki. Sahi uzun zamandır öyle haberler gelmiyor buraya.
O bildik fotoğraflar, kemikleri sayılan çocuklar bitti mi gerçekten?
Yoksa artık kendi derdimize o kadar daldık ki onlarla uğraşacak vaktimiz mi kalmadı?
Yemek-para-zenginlik...
Hadi kavga edelim, yaşasın yemek yemek...
Daldan dala anlamsız bir yazı var burada da, bir kirlilik de ben katıyım kirli kelimelere diye.
Halbuki fotoğraftaki yemek yiyen kuşlara bakın, ne kadar barış içinde eziyorlar birbirlerini, zarar bile vermeden...
Kuşlar ne güzel eziyor, şarkı yanlış söylüyor, "sen kuşlara uyma..."
Geride kaldı...
Kuş kadar olamadık.

2 Ocak 2008 Çarşamba

Kar yağdı sanki


Bugün çok az bir miktar kar düştü şehre...

Herkesin kafasındaki fikir başkaydı;

"Nihayet hava yumuşadı."

"Barajlar doldu mu acaba?"

"Ne kadar kalır ki bu kar?"

"Hadi çıkıp karda yürüyelim."

"Yollar da buz tutmuştur, nasıl gelecekler?"

"Kar şöyle çok çok yağsa da oturup seyretsek."

Kar yağdı bugün şehre, geçen yıl hiç olmayan şey oldu, kar tuttu.

Kar yağdı ve tuttu.

Bakalım ne kadar kalabilecek.

Eksik Öykü 2



Birinci bölümden devam
"Yar azıcık bir değerim varsa eğer, hemen sevme..."
YENİDEN DİBE ÇÖKÜŞ
Evin camını açtım o gün, be kardeş şu köşeden bir rakı al gel, yanıyom ölüyom, babama haber ver dedim.Kaptırdım benimkini göz göre göre işte. Aslında daha başından biliyordum, ona yetmek mümkün değildi. Ben şansımı denedim sadece, sınırları yoktu onun desem de, yasaklardan korkuyordu, oysa kanatlarım da yoktu artık benim.Çok dargındım ona, kızgındım. Hiç üzülmemiş miydi? Düşünmemiş miydi beni? Bir tek iz bile kalmamış mıydı benden? Ne acı... Yazık... Mutlu olmuş muydu acaba? Bu deliyi unutmuş muydu? Kendimle yüz yüze kaldığımda bunları düşünüyordum, aynı takımda değildik. Artık iki taraflı sahici duyguların peşine düşmem gerekiyordu. Son kez aradım onu, telefonu açtı. Kalbim bedenimden de büyük, desen de olmaz, hissetmelisin dedim. Kapattım sonra telefonu. Dışarıya baktım yine, rakım da gelmişti. Yine akşam oluyordu işte, deniz durgun, hava durgundu. Çıktım o yüzden dışarı, dolaştım tüm sokaklarını şehrin. Onu, sesini çağırdım. Yeter bu ayrılık, yeter dedim. Yoruldum, bu delilik yeter... Gel dedim, uçurtma bayramları var, gelmedi...O zaman ben gidiyorum bu şehirden dedim. Bütün büyük aşkların ortak kaderi buymuş gibi, beni en çok bu kahrediyordu. Al beni dedim içimden, sar beni... Saramazsan körfeze bırak dedim.Hani biraz da eski aşklar gibi, o gün geldi aklıma. Koparıp bir gül takmıştı... Ben o yüreğimin vurgun yediği terk edilişte kaldım. İhtimal dahilinde, olur ya, belki aklına düşerim, bir rumeli havası ile dedim. Kendi içime seslendim sonra, dallarına karlar yağıyor dedim. Ay, ay, ay... Üşürsün dedim. Daha çabuk toparlanacaktım bu kez, tut dedim, bırakma peşini, hayatın ateşini... Tut... Sana söz dedim, sana söz yine baharlar gelecek... Söz verdim, ışık sönmeyecek.
ŞEHİRLER GEÇİYOR
Çıkıyordum bu şehirden. Saçlarını dağıtıyordu rüzgar, yeditepe üzerinden. Artık tek yarim İstanbul’du, gel öpeyim gerdanından dedim. Dua gibi, büyü gibi, ezberleyecektim hasretini. Kaçıyordum sözde, ama fark etmiyordu ki? Nereye gitsem yanımdaydı çilelerim, valizimdeydi keşkelerim bilelerim. Kelimelerin gücüne de itimadım kalmamıştı, işim çok zordu artık. Tebdili mekanda da yoktu ferahlık, deneyip görmüştüm. Acı, yeryüzünden büyüktü hep. Yine de eh işte, idare ediyordum. Kendi kendime söyleniyordum sadece, başka bir şehirden ona. Dön bebeğim, hiç tadım yok, acım çok, İzmir bile yanıyor, kara sevdam hasretinden. Annemi aramıştım o zaman, söyledim, yine hatırladı. Her şeyi aklında tutabiliyordu, nasıl yapıyordu bilmiyorum. Aradığımda ona, unutma demiştim, sardunyalara su ver ben yokken, haberleri dinle saat başı, gazeteleri oku kahvaltı ederken. Yap benim yerime bunları. Kıran kırana bu hayat, kavuşuruz elbet bir bağ bozumu demiştim de ağlamıştı annem. Ağlama demiştim yine, herkes kadar aldım acılardan. Aslında tuhaf buluyorlardı bu kaçak hallerimi, bense çok büyük konuşuyordum, onunla kapatmıştım aşk defterimi. Pişman değildim, düşman değildim, ama düşmüştü gözümden. Bir daha geçemem bu yollardan aynı hevesle diyordum.Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekteydi, bulutlar İzmir’de bile yüklüydü, ha yağdı, ha yağacaktı. Yokluk ve ben başbaşaydık nihayet. Çok zaman geçmesi gerek aradan diyordum, unutmak kolay değildi. Hem ben unutsam kalp unutmazdı ki...Sonradan aydım gerçeğe, daha çok kırılacaktı kalbim. Daha çok üzülecektim. İnsanlık haliydi bu. Üstelik, ne düşünürsem düşüneyim, acıyordu aynı yerden yürek. Herkes yaralıydı, hem de tepeden tırnağa....
ANILAR
Bir mendil hediye etmişti o gün, uyarmıştım onu, mendil verme demiştim, ayrılık demiştim. Dediğim çıktı işte... Yine de hatırla dedim sevgilim, hatırla... İyi haberlerini karala birkaç satırla. Hemen sevme demiştim bir de, azıcık değerim varsa sevmezdi zaten. Şimdi çok uzak bir hatıra gibiydi o yaşadığımız. Oysa ben onun gözlerinin, yalan dolan bakışlarını bile sevmiştim... Ne büyük laf, yalan dolan bakışları bile sevmek... Gerçekle sahtenin karmaşasını bile özlüyordum. Çiçekler açıyordu gözlerimde bir zaman, her umudu söndürmüştük. Özlemiştim çiçekleri...Ona güvenmiştim, öncem, sonram yoktu. Hani her şeyiydim, hani kor dudaklısıydım... Değilmiş meğer!!! Bilmem kaçıncı defa, ayıyordum gerçeğe yeniden. Soruyordum kendime bir yandan, sever mi sevdiğim, aşk insanı hoş tutar mı? Yeter mi tutsa diye... Ne yapmıştım açarken erguvanlar, yas tutmuştum işte. Bir gün daha biterken, hep onu düşündüğüm anları önemli saymış, onun için günlerimi harcamıştım. Kendimi düşünmeyi bile önemli saymayacak kadardım o zaman, beni unutma diyordum ona, sadece beni unutma yeter. Bir gün daha onunla sona eriyordu, her şeyde o vardı. Ayrılmıyordum, sarılıyordum hayallere, ayrılmıyordum sevişiyordum özlemiyle. Her gün bir şey daha bitiyordu aslında, giderek de acı vermiyordu bu biten şeyler. Aldırma deli gönlüm desem, giden gitsin sen şarkılar söyle desem... Aklıma gelen şarkı da beni avutmuyordu. Tutmuyor yerini hiçbir şey, bir daha toplamıyor kaybeden, bıkmıyor dönüyor dünya, işi bu sormuyor bile neden... Gözümün yaşına bakma diyordum, memnunum halimden. İçimden söylediğim şarkıya bak... Tanrı bile kabul etmiyordu dualarımı!! Yine ne büyük laf etmiştim.
ÇOCUK
Sonra beni bu dipsiz kuyudan çocuğum çıkarmaya başladı. Ben de o zaman bana çocuk gözleri verin dedim. Çocuğuma da söyledim, ben öğretmenim, senin öğretmenin, ama öğrenciliğim bitmedi. Ben onun özlemini benimle aynı sanarken, o bir bakışta beni soymuştu. Çocuk büyümekteydi, gün be gün... Dünyanın haline bakıp, güldü geçti... Keşke ben de yapabilsem dedim. Bir gün onu gördüm, uzanmıştı kucağına yarinin. Hiç farkında değildi halimin. Tanrı’ya yalvardım, biz daha ölmedik, bizi de gör dedim. Kuru dallara can veren Allah’ım... Doğum günüydü yavrumun, onu acıttım biraz. Çok acı var dedim, çok ayrılık... İyi ki aşk var dedi bana. Doğum günün kutlu olsun oğlum dedim, biz değiştiremedik dünyayı affet... Daha yolun başındasın dedi, bugün dua ettim hepimiz için... Yüce Tanrı insanı affetsin diye dedi. Sarıldım. Kıvır dedim dünyaya, kıvır... Dön, dansöz dünya dön... Bütün sözler yalandı, önce çocuklardı. El ele, beraberce, belki de olurdu. Bakıyordum gözlerine, hayat pırıl pırıldı. Ellerinde ümitlerimiz vardı, dünyanın tüm pisliklerine sıkılmıştı yumrukları. Bir çocuk doğuyordu, herkes kadar sorumluydum ondan.Anaydım ben, yanmazdı canım dışarıdan... Ümidimi kaybedemezdi kimse... Belki biz görmüştük yanmayı, ölümüne zorlanmayı. Tedavülden de kalkmıştı belki aşk. Ama karşıydım ben her şeye, atın ölümü arpadan olsun dedim. Biraz da imayla, bu yürekleri tuzlayalım dedim, aşk maşk palavra dedim, şikayetim vardı cümle yasaktan, sussam olmuyor, susmasam bir türlü... Ne varsa hepsini içime attım, gene korkmadım çelişkiden, onaylanmayan ilişkiden. Vitrinime değil iklimime gelenleri aradım, attım kendimi ateşlere. Arada ağladım yerli yersiz, yarıştırılıp, yatıştırıldım. Yollara vurdum yeniden... Yola çıkmalı diyerek...HESAPLAŞMA
VE YENİDEN DOĞUŞ
Tüm hatalarımı küçük olduğum için yapmıştım. En başındayken daha, övünmem bu yüzdendi. Kendimi özel ve önemli zannediyordum. Savunmam da bu yüzdendi. Saçmalamam. Sonradan fark ettim, elimde olan sadece yalandan, kocaman, rengarenk, geçici oyuncak zaferlerdi. Ben de batmıştım boğazıma kadar, ama satmıştım da yalancı dünyayı. İmajımı yakıp, u dönüş yapıp, yeniden çıkmıştım açığa. Artık eğlence zamanıydı, düzeneğin ortağı olup, hiçbir şeyi takmadan, çakkıdı çakkıdı oynaşma zamanı. Benim fikrim değildi belki bunlar ama, hoppidi hoppidi hoplatacaktım. Herkesi oyasım vardı, ama yine boşverdim. Çakkıdı, çakkıdı dedim. Çok acı çekip, çok yeniden başlamıştım. Akıllı laflar öğrenmiştim, ne büyük laflardı onlar. Şimdi ise yaz gelmişti, çıktım sokağa, kuralları delme zamanıydı. Meyhanelere gidip kendi şerefime içecektim artık. Bize sormadan adımızı koyup, sınıf sınıf ayıranları takmadan, kavgaysa kavga buyrun gelin diyecektim. Oğluma dedim, beni de böyle üzdüler, dere tepe gezdiler diye. Öyle bir an geldi ki dedim, gençliğim yarım kaldı... Ben annemi istedim dedim. Yine duygulanmıştı annem, baktım ona. Yine ağlama dedim, söyledim ya, herkes kadar aldım acılardan. Sonra... Sırada düğün vardı yine. Parada pulda gözüm yoktu, dileğim bir kız, bir oğlandı. Vurun davullar, güm be de güm güm...Öbürküne, alırım başımı giderim efeler gibi dedim. Hadi diye de meydan okudum, koy yerime birini koyabilirsen. Hadi dedim, unut unutabilirsen. Yenisine baktım... Yüzsüzleşme zamanıydı tekrar. Hey seni yerler dedim, yavrum dedim, herkes peşinden koşuyor, bu kadar cilve yapma, seni ham yaparım dedim. Onu da ikna ettim. Fazla düşünme ne fark eder, bir kere olsun kavra beni.... Baktım kendini beğendirme gayretinde, öyle özenle seçilmiş sözler, arayıp tarayıp buluşturma dedim. Hey dedim, hadi çıkalım. Annem yine benim yüzsüzleşmeme kızmıştı. Şimdi aşklar böyle anne dedim, söyle sevmeyelim de taşa mı dönelim... Öbür dediklerimi söylesem mi diye düşündüm sonra, annem çıkar ağzındaki baklayı dedi. Hepsi senin mi dedim... Her şeyine razıydım aşkın, hadi kasıl kapris yap demiştim... Başkası olma kendin ol yeter. Hepsi senin mi dedim yine... Beni dize getirmişti işte. İtibarımı, söze göze getirmişti. Ufak tefek yaramaz yarim dedim ona ben, fıkır fıkır kaynatıyordu. İster günahınla gel, ister dikenli tel... Fark etmezdi. Aşka yalan, ona haram dedirtmeyecektim. Bir gün beni yabancı biriyle gördü, kızdı. Biz böyle mi gördük anamızdan dedi, ocağına düştüm yavrum dedim, kucağına düştüm yavrum... Fındıkkırandım ben. Sakin ol dinle dedim, herkes bir alemdi. Kimi alaturkaya, kimi lahmacuna takmıştı. Boşver her şeyi, ölümlü dünya, ölümlü insan, ha alim, ha zalim... O kuzenimdi dedim... Biraz da tembellik bürüdü bizi. Oturduk, dinlendik. Esnedik uzun uzun. Homini gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak... Dört yanımız taverna, cıs ta ta tak, cıs ta ta tak... Çalkaladık durduk yani, herkese iyi kötü bir şeyler oldu, bir ona olmadı gerçi, bize de öğret dedik de güldü geçti. Çalkaladık, durduk. Bunlar iyi günlerdi, bal gibi yürüyordu lafla peynir gemisi, yürümediği zamanlarda öpe öpe yürütüyorduk. Yaşasın kötülük bile diyorduk. Bu dünyaya bir türlü alışamayan ben, insan içine karışamayan ben, hiç tutunamayan ben, ademi sevmeyen, elmalardan hoşlanan ben, ya lelli o zaman diyip, sallıyordum her şeyi. Ne bilirdim arama sorma beni aman diyeceğimi, onu kovacağımı... Her hayat bir romandı, benim romanımda da inişler çıkışlar olabilirdi. Şimdi de öyle bir hale geliyorduk.
İNİŞLER ÇIKIŞLAR
Göndermiştim zavallıyı. İyiyi kötüyü göze almadan gelme diyerek. Çabuk dönmüştü ama, fark edersen eğer, hemen her şeyi bırak gel demiştim çünkü. Geldiği gün, dökülmüştü yedi verenler, tenimden. Geceler tutuşup, yanıp, sönüyordu. Bedenim alt üst olmuştu, karışıyordu tenime onun tuzu... Vazgeçilir gibi değildi ki bu medcezirler. Bir laf çıkmıştı ağzımdan, yine gitmişti. Ne gururlu, ne saf biriydi. Ben yine şansımı zorluyordum, tutunamamıştım hiçbir şeye. Şiirlere, şarkılara... Temizim, şiir sözlümdü o. Hiç incinmemiş miydi hayattan, kimseyi kırmaya kıyamamış mıydı? Canım, sen bana mı sakladın kendini dedim. Hemen döndü. Sevinmişti. İkinci bahar yaşıyordu ömrüm, mevsimi gelmişti, susamıştım çoktan aşka. Onu gül gibi öpe koklaya büyütecektim. Sonra yine gitti... İyice işi abartmıştı, olduk olmadık şeylere kırılıyordu. İstanbul, İstanbul olalı, görmemişti böyle keder. Bir lodos istedim, bir kürek, bir kayık. Sonra böyle olmayacağını fark ettim. Ona döndüm yine, günaydın de, dedim. Bırak güneş ısıtsın içini, bitmez ki dünyanın derdi. Gel bana, seni pamuklara sarmalar sararım dedim. Ne bedel isterim, ne hesap sorarım...Anadilim aşktı ne de olsa. Önlenemez, durdurulamazdı. Bir bohem, bir isyankardı o. Onun adı aşktı, gerisi yalandı. Derken... Bir gün olan oldu... Bir daha da olmadım ben eskisi gibi....

(...)


Hiç anlamadan, dinlemeden, tanımadığı insanlara da küsermiş insan...

Hiç anlamadan, dinlemeden, tanımadığı insanları anladığına inandığı için...

Hiç anlamadan, dinlemeden, tanımadığı insanlara inanırmış insan...

Hiç anlamadan, dinlemeden, tanımadığı insanların da yaptıklarını sorgulama hakkını görürmüş insan kendinde...

Hiç anlamadım, dinlemeden, tanımadığı insanlara da darılır, beklentileri gerçekleşmedi diye yorulurmuş insan...

Söylenen yalanlar yetmezmiş, üstüne saklanan gerçekler gelirmiş...

"Ah hiç kimselerin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya..."

Şair çoktandır söylemiş...