8 Temmuz 2008 Salı

Deprem

Öykü içerisinde gerçekleri de barındırmaktadır.

Sabah erken çıktık yola, oğlumla beraber. Henüz beş yaşındaydı, gülümseyen bir yüzle bakıyordu hayata... Farkında olmadan hiçbir şeyin, gülücükler saça saça etrafa, yaşıyordu, yaşadığının tadına vararak... Ben de mutluydum ya, tatile gidiyorduk işte beraber.
Yalova'dan geçtik giderken, vapuru, otobüse binişimizi saymıyorum. Yalova'dan bir yazlığım olsun istedim, insanlar yeni yeni başlıyordu güne. Ekmeklerini, gazetelerini almışlar kahvaltıya hazırlanıyorlardı belki. Ya da denize gireceklerdi az sonra, mayoları üzerinde olanlar da gördüm zira. Otobüs camından bakarken imrenmiştim onlara, halbuki beni de güzel bir tatil bekliyordu Erdek'te...
İstanbul'dan altı saat süren bir yolculuk sonrasında vardık Erdek'e. Cenk'e İstanbul'u gezdirmek için götürmüştüm onu, baba oğuz güzel bir gezme yapmıştık. Terminalden, evin-yazlığın olduğu sahile kadar yürüdük, ben, oğlum ve eşim. Eşim bizi karşılamaya gelmişti. Öğlendi, sıcaktı, çok sıcaktı. Hiç hatırlamıyordum öyle sıcak, boğucu, kasvetli bir sıcaklık. Sahilde, önceleri yazlık sinema olan, sonradan otoparka dönüştürülmüş alandaki apartmana girdik. Yazlık sinemayken orası, ne güzeldi her şey. Ninja Kaplumbağalar'ı izlediğimizi hatırlıyorum orada, her şeyi yakıp yıkmaya meraklı insan, orayı da yok etmişti işte.
Eve yerleşip kendimizi sahile attık. Plaj sıcaktan bunalanlarla dolup dolup taşmıştı resmen, herkes denizdeydi, kenarda oturan kimse yoktu diyebilirim. Gül de, oğlumuz Cenk'i alıp hemen girdi denize. Ben biraz oturup öyle gittim. Biraz yüzüp çıktık, şaşırtıcıydı, zira rüzgar başlıyordu. Ne üşütüyor, ne terletiyor, değişik bir rüzgardı. Daha çok ürpertiyordu sanki, Gül "bu rüzgar deprem rüzgarı" dedi. Çok sonraları öğrendim ne demek istediğini, tanıdım, hafızama kazıdım adeta. Hava serinleyip de gün batmaya dönünce eve gittik, üzerimizi değiştirdik banyolarımızı yaptıktan sonra. Sıcak suyla yıkanmak zor geliyordu yazın, soğuk suya da oldum olası girememişimdir, ılık suyla yıkandım. Yemeğimizi yedik, sonra Gül gitti, ertesi gün okulda -öğretmendi- birkaç işi vardı, pazar diye gelmişti zaten Erdek'e. O işleri halledip gelecekti Gölcük'teki evimizden buraya... Asıl Gölcük'te yaşıyorduk yani.
O gitti, biz de Cenk'le dışarı çıktık. Çay bahçeleri vardır Erdek'in sahilinde ilk olarak, sahilden giderken bir yandan içerilere bakıyordum tanıdık görürüm diye. Naci Bey'i gördüm, merhabalaştık. "Biraz yürüyüp eve döneceğiz, yorgunuz, yarın görüşürüz" dedim. Sonra Mahmut'u gördüm, "kapıların kapandı herhalde, düşeş atıyım mı sana" dedim, "sen düşeşi kendine at önce, bir kere yendin mi beni?" diye nazire yaptı. Kızarıp bozarıp "şeytanınız bol olsun" dedim, uzaklaştım oğlumla. Çay bahçeleri bitti sonra, "öğretmenevinin olduğu yere kadar yürüyelim mi, hem parkta seni salıncağa bindiririm dedim" Cenk'e, bir "yaşasın" çekti, anladım istiyor gitmeyi oraya...
Gökyüzünde normalden fazla yıldız vardı, oldukça fazla. Bir köşede, henüz parka gelmeden, fayton gördü Cenk. "Binelim" dedi, "olmaz" dedim, "paramız yok yanımızda." Ağlamaya başladı, bütün Erdek duyuyor olabilirdi ağlamasını. "Gel salıncağa bindiriyim seni" dedim, vazgeçmişti, faytona takılıp kalmıştı adeta. "Binemeyiz, laftan anla biraz" dedim sert bir ses tonuyla, anlamadı, ağlamaya devam etti. "Eve dönüyoruz, yürü" diye payladım bir güzel, hızlıca yürütmeye başladım. "Fayton" diyip duruyordu bu esnada hala, ben de hiçbir şey söylemeden elini güçlüce sıkıp adımlarımı hızlandırıyordum. Anlıyor olması gerekirdi, anlaması lazımdı.
Hava yeniden sıcaklamıştı bu arada, bir basıklık çökmüştü sanki. Eve girer girmez odama girip yatağıma uzandım, "sen de içeride yatacaksın, yarına kadar ne hata yaptığını düşünüp anla, o zaman alırım seni buraya" dedim, cezalandırdım kendimce. Yattık... Büyük bir gümbürtüyle uyandım, tarih 17 Ağustos, saat 03.02'ydi. Sallanıyorduk, hayatımda hiç görmediğim bir şekilde sallanıyorduk. Kalkamadım yerimden, çok korkuyordum, oldukça çok...
Ne kadar sürdü farkında değilim, birkaç parça eşyanın kırıldığını duydum içerde. Neden sonra, sarsıntı durdu. Hemen içeri koştum, Cenk uyuyordu. Ne kadar derin bir uykuydu bu, "Cenk" dedim, "Cenk" dedim gözlerini açtı. "Yangın mı çıktı" dedi, "deprem oldu" dedim. "Hadi çıkıyoruz." Hemen pijama altını çıkardı şortunu giymek için, "şimdi sırası değil onun, hadi olduğun gibi, pijamanla çık, bir şey olmaz" diyerek sürükledim. Koşa koşa indik apartmanı ve Erdek Çay Bahçesi'ne gittik ilk sıradaki... Akıllı bir davranış değildi kuşkusuz denize sıfır bir yerde oturmak, daha sonra yapacağımız birçok şey gibi bu da...Biri çıkıp "merkez üssü Erdek'se geçmiş olsun, yoksa marmara yıkıldı demektir" dedi. Korktum, cidden çok şiddetli bir depremdi. Televizyonlar uyanmamıştı henüz mevzuya, uyanırlardı yakında elbette.
Yarım saat sonra bir kanal kesti yayınını, "merkez üssü Gölcük olan, 6.7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi" dedi. Dünya başıma yıkıldı sanki, hemen eve koştum, telefona sarıldım, aradım düşmedi numara. Birkaç kere daha aradım, Cenk çay bahçesindeydi, hiç düşmedi numara... Elektrikler kesilmedi neyse ki, ama bir sarsıntı daha oldu, telefonu açık bırakıp dışarı koştum korkup. Bu iş şakaya gelmeyecekti.
Bölgelerden ilk haberler gelmeye başlamıştı, İstanbul'un yarısı yıkıldı diyorlardı, Adapazarı haritadan silinmiş, İzmit diye bir yer kalmamıştı. İmrendiğim Yalova toptan gitmişti. Zaten Marmara Bölgesi artık yoktu... Bu abartılı -tabii bu 'katliamın' haberleri yeterince abartılıydı insan aklına göre ama- haberlerden sonra gerçek şeyler duymaya başladık. Bir adamla, kadın ağlıyordu. "Biz Gölcük'ten geldik, evimiz ne halde acaba şu anda" diye.
Çay bahçesinde kah oturup, kah panikten kalkarak geçirdik geceyi. Gölcük'lü çiftle samimi oldum bu arada, oyaladım onları. Sabah olunca evimize davet ettim, gün ışıdığına göre girebilirdik artık, ne de olsa gündüz deprem olmazdı(!)
Otel odalarını boşaltıp geldiler evimize, birazcık telefon açma denemesinde daha bulundum, yine başaramadım. "Biz dayanamıyoruz" dediler, "Gölcük'e gitmek istiyoruz."
"Benim de eşim Gölcük'te" dedim, ne iyi olurdu beraber gitseydik. Belki birazcık beklesek ortalığın durulmasını daha iyi olurdu ama hepimizin aklı oradayken Erdek'te daha fazla duramayacağımızı anladık. Evi kapattım, indik aşağı ve arabaya binip yola çıktık. Makul sayılabilecek bir hızda gidiyorduk, Gölcük girişinde Jandarma karşıladı bizi. "Nereye gidiyorsunuz, neden geldiniz?" diye sordu, "evimiz burada, tatildeydik biz" dedik, bunun üzerine geçişe izin verdiler. Gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılıyordum, Cenk soran gözlerle bakıyordu bana. "Yok bir şey oğlum" dedim, "ceza verdi polisler, o yüzden böyle burası."
Zavallı birden niye buraya geldiğimizi anlamamıştı elbette. Şehrin sahil bölümü denizin içindeydi, binalar, ağaçlar, direkler... Ayakta çok fazla bina kaldığını söyleyemezdim, insanlar panik halindeydi, zaten arabayla daha fazla içeri giremedik. İnip yürümeye başladık, korkum çoğalıyordu gitgide... Yürürken gördüğüm manzaraları ömrüm boyu aklımdan atabileceğimi sanmıyordum.
Gölcük'lü çiftin evine vardık, ama ortada bir ev yoktu. Birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar, komşularını, arkadaşlarını kaybetmişlerdi orada belki, kim bilir... Hiç ses çıkarmadan bekledim onları, sonra kollarına girip götürmek istedim, Gül'ü de merak etmiştim iyiden iyiye. Birazcık daha yürüdük, bana saatler gelen bir süre sonra sürekli önde tuttuğum başımı, Cenk'in "anne" diye bağırmasıyla kaldırdım. Gül karşımda duruyordu, "sana ulaşmaya çalıştım" dedim ilk, "ben de" dedi. Birbirimize sarıldık, evimiz ayakta kalmamıştı, ama Gül kurtulmuştu. "Hakan'ların köpeği durmadı, nasıl havlıyor inanamazsın. Kapıları tırmalamış resmen, Hakan da dışarı çıkarıyım demiş. Sese uyandım, dedim hazır uyanmışken eşlik ediyim ona, indik aşağı hemen. Sonra yer ayağımın altından kaydı sanki, bir baktım evimiz gidiyor, gözümün önünde ev çöktü, çok korktum..." Ağlıyordu anlatırken, bizim de komşularımız vardı muhtemelen binada, tanıdıklarımız gitmişti. Öyle durduk sadece uzun süre, etrafa bakarak, Cenk de tanıdığı, yaşadığı yerin bu hale niye gelmiş olduğunu anlayabiliyordu zannediyorum, polis amca yalanını yuttuğunu sanmıyordum hiç. Sessizliği bozan ben oldum, "Erdek'e gidelim, burada yapacak bir şeyimiz yok" dedim. Sessizce başlarını sallayarak onayladılar.
Yeniden arabalarına bindik, "sizi bizim evde misafir ederiz" dedim. Sonrasını uzun uzun anlatmaya gerek yok ama, yaptığımız bazı şeyler şimdi mantıksız gelmeye başladı. Bir gün deprem fırtınası yaşandı, 25 Ağustos falan olmalı. Belediye anons yaptı evlerde kalmayın diye, peki dedik, açık bir araziye gittik, faytonların durduğu. Açık dediysem orada sandalyelerde oturduk, bazı insanlar sahilde, plajda uyudu. Biz de apartmanın dibinde, yıkılsa üstümüze yıkılır yani. İnsan mantıklı düşünemiyor ki, bir de saat üçte olurmuş gibi deprem, üç oldu ve evimize geri döndük.
Depremden sonra yirmi gün falan geçmişti, yeni arkadaşlarımız daha fazla dayanamadılar, "Gölcük'e gidelim, bir daha bakalım ne durumda" dediler. "Peki" dedik ve beraberce çıktık yine yola. Sonunu söylemeliyim, o çift Erdek'e yerleşti, zor oldu toparlanmaları tabii, biz de Erdek'teki evimizde kalmaya devam ettik bundan sonra. Hayatımızı normale sokmaya çalıştık, Gölcük'te gidenlerin yasını tuttuk, tüm marmarada gidenlerin yasını tuttuk.
Kaldığımız yere dönelim, Gölcük'te evlerimizin olduğu yerlere gittik. Gezdik turist gibi... İlk defa bu boyutta bir şey görüyordum, Cenk üzerinden çabuk atmıştı şoku, oyuna çevirmeyi bilmişti bütün bu olanları. Zaten biraz sonra ufak olduğu belli olan bir evin enkazına koştu elimden kurtulup. En tepesine çıktı, "güç bende artık" dedi gülerek elini yukarı kaldırıp. Kızdım falan ama... Çocuk işte...

6 Temmuz 2008 Pazar

İstasyon

Yaralıydı. Bir şeyden mi kaçıyordu emin değil açıkçası, ama kalbi acıyordu. Ayrılıktan veya başka şeylerden değil... Geçmişine ait çok önemli bir parçayı kaybetmekten... Otuzlu yaşlarını geride bırakmıştı, kestim kara saçlarımı* diyen şair misali, yaşlandıkça saçını daha da kısaltıyordu. Simsiyah kalabilmişti saçları hiçbir boyaya gereksinim duymadan, erkek gibiydi şimdi -ne demekse, saçın erkeği kızı mı kaldı?-, kısacık, kapkara saçları...
Eski zamanlara aitmiş gibi duruyordu aslen, zaten hiç kurtulamadığı çocukluğundan dolayı o da eskilerde kalmış hissediyordu kendisini. Neşeyle uyandığı bir sabah, babalarının görev yaptığı -biri biletçi, biri tren rotasını düzenliyor- istasyonda beraber koşup oynadığı arkadaşının telefonuyla neşesinin sebebini bulmuştu. Uzun uzun konuşmuşlardı, her sene gelenek haline getirdikleri toplantıya üç gün kalmıştı. Ankara'da, öğretmenevinde buluşuyorlardı bu sene. Arkadaşı Hale, "ben de geliyorum bu sene, biletimi aldım bile" demişti. Üç gün sonra görüşeceklerdi ama, konuştular da konuştular. Telefonu kapatınca bir hüzün bastırdı yaralı kıza, adını saklamayalım, Ayşe'ye... Nedenini o an anlayamadı...
İki gün sonra, sabah erkenden kalktı. Gece yola çıkıp, ertesi sabah Ankara'ya varacaktı Erzincan'dan. Biraz yürüyüş yaptı sabahın sessizliğinde... Sessizlik dediysek, insan sesi yoktu... Puhu kuşları ötüyordu yine, en sevdiği sesti, horozlar çoktan uyanmıştı. Karlı dağın yamacından koyun ve inek sesleri geliyordu. Bakkala gidiyordu Ayşe, gazetesini almaya, nitekim aldı da. Evine döndü sonra. Ahşap, çift katlı bir köy eviydi. Köhne, yıkık dökük değildi, bakımını yapmıştı Ayşe hep. Öğretmendi orada, gider gitmez ilk işi bu olmuştu, yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışmak... Üst katta, salon benzeri geniş bir holde duran kanepeye uzandı, gazetesini açtı. Hiçbir sayfayı atlamadan, satır satır okumayı severdi gazetesini eğer vakti varsa... Şimdi okullar tatildi, buna rahatlıkla vakit ayırabiliyordu.
On beş, -çok iyi hatırlıyor- on beşinci sayfaya geldiğinde dünya başına yıkıldı sanki. Tek bir ilan, "Hale Soylu'yu kaybettik. AİLESİ."
İki gün önce, şen şakrak sesiyle telefonda, "ben de geliyorum bu sene" diyen Hale...
"Daha çok erkendi" dedi kendi kendine, "daha kırk iki yaşındaydı."
O doktor olmuştu, Altuntaş Köyü'nde -Erzurum yakınlarında- okumayı başarabilmiş şanslı kızlardandı Hale de, Ayşe de... Biri doktor, biri öğretmen... Töre emirlerine, dinin sözde gereklerine, cahilliğe meydan okuyarak, azimle, çok sevdikleri Fatma öğretmenlerinin gösterdiği gibi "biz okumak istiyoruz" diye dikilmişlerdi ailelerinin karşısına. İkisi beraber, birbirinin ellerini tutarak, güç alarak... Tesadüf bu ya, -ya da hikaye mi demeli? Bu kadar basit mi?- babaları da gülüp "e okuyun okuyabiliyorsanız, izin veriyorum ben" demişti. Sonrasında bugündeyiz işte.
Kanepe kalakaldı Ayşe, ifadesiz bir yüzle. Akşama kadar da öyle oturdu, neden bilinmez, otobüs saati geldiğinde kalktı. Bindi otobüsüne, hızlı olsun diye tercih etmişti otobüsü. Yoksa trenler ona ayrılık değil, mutluluk ifade ediyordu hep, treni tercih ederdi.
Geceydi, muavin geldi otobüs kalkınca, "nerede ineceksiniz abla?" diye sordu. Ayşe baktı muavinin yüzüne, genç bir çocuktu. Okulların kapanmasını fırsat bilip, ekmek parası kazanıyordu muhtemelen, ya da daha kötüsü okumamıştı ve bu işi sürekli yapıyordu. "Ankara" dedi dili Ayşe'nin, aklı başka şey diyordu, umuyordu.
"Abla bu Ankara otobüsü değil ki, Kars'a gidiyoruz biz" dedi muavin, Ayşe güldü, "öyle mi?" dedi. "Sevindim, oturduğum yer boş olsa gerek, yolda bir yerde inerim o zaman" diye ekledi. Muavin şaşırmıştı, "peki" diyebildi ancak, devam etti arkalara doğru.
Gözünü bir an bile kırpmadı Ayşe. Gecenin karanlığına baktı durdu. Bir on yıl önce o saatte, Kars'a doğru yolculuk etmek hayaldi o bölgede. Şimdi ise otobüsler gidip geliyordu rahatlıkla, belki kimsenin kendisine bile itiraf edemediği tedirginlikler olduğunu unutursak.
Gitmemişti hiç köyüne, çocukluğunun geçtiği köye... İstememişti, giderse bir daha eskisi gibi olamaz sanmıştı. Şimdi gidiyordu işte, çok uzun sürmeyecekti yolculuğu... Birkaç saat sonra, ilk kez kullandığı -hep çekinirdi kullanmaktan- ikaz düğmesine basarak muavini yanına çağırdı. Muavin kırmızı ışığı söndürdü ve Ayşe'nin yüzüne baktı. Belli ki uyuyordu öndeki koltuğunda, şoförün "seni çağırıyorlar" demesiyle uyanmıştı. "Ben ilerideki köy yolunda inebilir miyim?" dedi Ayşe. Muavin, "ama abla, gece gece, dellendin mi sen" diye şaşkınlığını çok da kibar sayılamayacak bir yöntemle belirtti. "Yok yok, ben oralıyım zaten, merak etme. İndir beni sen yeter..."
Muavin çaresiz kabul etti, son derece içten bir tövbe çekerek öne doğru ilerledi yeniden, şoförün kulağına eğilerek muhtemelen biraz abartıyla kadının istediğini anlattı. Birkaç dakika sonra otobüs durdu, kadın kalktı, "bagajın var mı" dedi muavin, "hayır" dedi Ayşe ve otobüsten indi küçük el çantasıyla... Otobüs o indikten sonra yoluna devam ederek Ayşe'yi yıldızlarla başbaşa bıraktı. Bir kilometre içerideydi Altuntaş Köyü, Ayşe yürüyebilirdi, korkmuyordu...
Küçük ama emin adımlarla, kafasını kaldırıp yıldızlara bakarak, aya bakarak yürümeye başladı. Geceyi dolduran köpek ulumalarından korkmamaya çalıştı, kalp atışlarının hızlanmasını engelleyemeyerek de olsa... Şarkı söylemeyi denedi, Çemberimde Gül Oya diye... Köyün ışıklarını görebiliyor olması ona güven veriyordu.
Böyle böyle köye vardı nihayetinde, taşınmadığını, hala orada yaşadığını duyduğu Gülnihal Ablasının evine doğru yürüdü gayrı ihtiyari. Elli yedi yaşında olacaktı şimdi, on altı yaşındayken evlendirilmiş, on yedi yaşında çocuk sahibi olmuştu Gülnihal... Sonrasında da kocasıyla beraber -sevmişti, yalan yok- çekip çevirmişti ev işlerini. Kapıyı çaldı Ayşe eski anılarını düşünerek, Gülnihal Ablası'yla, bahçesinde içtiği çayları, topladığı yumurtaları, tavuklarından yediği gagaları...
Gülnihal kapıyı açtı, "hoşgeldiniz" dedi soran gözlerle. Ayşe gülümsedi, tanımıştı hemen Gülnihal'i, ama Gülnihal'in onu tanıması o kadar kolay değildi.
"Kimmiş" diye seslendi içeriden kocası, "Tanrı misafiri bey" dedi Gülnihal. "Basit bir Tanrı misafiri değil ama" dedi Ayşe, Gülnihal anlamamıştı. Dayanamadı, kimliğini açıklamaya karar verdi. Böyle şeyleri uzatamazdı oldum olası, çatlatamazdı insanları. Sabırsızdı, "pat" diye söyleyiverirdi her şeyi.
"Ayşe ben, Ayşe, Şükrü'nün kızı Ayşe."
Gülnihal "vışşşşşş" diye şaşkınlığını hiç çekinmeden belirtti, "kız ne öyle saçlarını kesmişsin erkek gibi, oynattın zahar iyice, bildim şimdi yüzünü, yemyeşil gözlerini, kapkara saçlarını bildim, geç geç durma kapıda el kızı gibi."
"Özledim bu sıcaklığı Gülnihal Abla be, gel bir sarılayım sana."
Sarıldılar, yılların hasretini gidermek istermiş gibi sarıldılar. Uzun zaman öylece kalakaldılar. "Sıcaklığı özledim diyorsun da, duyduk biz, Erzincan'da görev yaparmışsın sen, oralarda insanlar basmadı mı bağrına seni?"
"Bastı, bastı da, insan tanıdığı kokuyu özlermiş, bülbül altın kafes, çok söylendi, bir de ben söylemiyim."
Gülnihal'le birlikte içeri yürüdüler, Ayşe sanki kendisini korusun diye bırakmadı ellerini Gülnihal'in. Salona geçtiler, koltukta oturuyordu Ayşe'nin Celal Ağabey'i.
"Herif, bak bak kim bu tanı bakalım, ama nasıl tanıyacaksın sen, ben bile zor tanıdım. Çüş diyeceksin, Ayşe bu Ayşe..."
"Gül'üm -biri herif, öbürü Gül'üm, yerine göre- ne diyorsun sen, gerçekten mi?"
Kalktı, hiç de zorla olmayan bir samimiyetle kucakları Ayşe'yi. Hoşuna gitmişti belli ki...
Hoşbeş faslı bittikten sonra, oturdular koltuklara. Gülnihal çayları demledi getirdi. Saat de iki oldu bu esnada ama ne gam...
"Söyle bakalım Ayşe'm, ne attı seni buralara."
Hiç alıştırmaya çalışmadan söyledi hemen, "Hale öldü" diye.
"Bizim Hasan'ların kız Hale mi?"
"Evet o..."
Gülnihal "anlaşıldı senin bu hüzünlü hallerin, çocukluk arkadaşını kaybetmişsin de haberimiz olmamış. Nasıl olacak ki? Çok değişti buraları, Hasangiller de gitti, siz de gittiniz, aha şurada bir tatlı nine otururdu, onlar da gitti. Şimdiye nine mi kalmıştır da, onun evlatları ne yapar duymadık bile. Sizi duyduk gene, biriniz öğretmen, biriniz doktor olmuşsunuz. O Fatma Öğretmen'i sevmemişti ilkin bizim ahali, ne yalan söylemeli ya, sonra sevdirdi kendisini bize. Dil de yapardı ağzı, sizi de okuttu, helal olsun kadına."
Başıyla onaylıyordu Ayşe her dediğini. Bütün gece eskilerden, Hale'den, Şükrü'den, Hasan'dan, Ayşe'den, en çok da çocukluklarından konuştular. Bir yerden sonra da teslim oldular uykuya... Ayşe'ye yaptıkları köy kokulu yer yatağının rahatlığını da özlemişti Ayşe...
Sabah uyandığında, saat on bire gelmişti. Köy yeri için geç bir saatti bu. Etrafına baktı, evde kimse yok gibiydi. Çıktı, Celal ve Gülnihal bahçede çay içiyordu.
"Gel, gel, özlemişsindir benim çayımı şimdi."
Ayşe hemen oturdu yere, Gülnihal çayını koydu. Bir yandan içtiler, bir yandan konuştular. Gelip geçen herkese, "bu erkek gibi duran kız Ayşe" diyip gösteriyordu. Kimisi tanıyor, kimisi tanımıyordu elbet, ama Gülnihal herkese aynı coşkuyla anlatıyordu onu.
Çaylarını içtikten sonra Ayşe, "abla ben biraz yürüsem" dedi. Gülnihal baktı gözlerine anladı, "hadi git rahat rahat yalnız başına yürü, düşün, gez köyü" dedi. Gülümsedi, rahatlattı Ayşe'yi sanki.
Ayşe bahçe kapısından çıktı, başladı yürümeye. Her geçtiği yerde çay davetiyle karşılaştı, tanımadıkları bile onu çaya davet ediyordu. Bir yandan "kim bu yabancı" der gibi süzerek, bir yandan kabullenmeye çoktan hazır... Hale'lerin evinin önünden geçti, iki damla gözyaşı akıttı. Böyle böyle tüm köyü gezdi, ne kadar gezdiğini fark etmeden. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi, hafif dışarı doğru yürümeye başladı, köyün dışına. Uzakta o çok iyi tanıdığı sarı binayı görüyordu, kapısına dokundu binaya yaklaşınca. İçeri girdi.
"Dondurma alacağım ben" dedi Ayşe, "hayır üşütürsün" dedi babası sanki. Hale bağırdı, "Şükrü Amca, söyle bu Kemal'e, benden para istemesin."
"Olur mu hiç" dedi Şükrü, "ne ayrıcalığın varmış senin?"
"Benim babam burada çalışıyor bir kere" dedi Hale. Güldü Şükrü, "peki peki, isteme Kemal şu kızdan para" dedi göz kırparak.
Ayşe gördü İstasyon Büfe yazısını, hala aynı şekilde, beyaz üstüne kırmızı boyayla... Gişeye ilerledi, "bir kişi Ankara, yataklı vagon" dedi. Sonra da başını indirdi aşağı, cam kapalıydı ve gişede de kimse yoktu. "Birazdan gelir, öğle tatiline gitmiş olacak" diyerek oturdu banklara.
"Kızım, niye oturuyorsun öyle, neye küstün bakıyım?"
"Ben dondurma istiyorum baba, dondurma."
"Üşütürsün ama, okul var bak yarın, daha yeni açıldı, hemen devamsızlık yapma."
"Yaparım, dondurma yiyeceğim ben."
Gülümsedi Ayşe kendi kendisine, birazdan kapıdan koşarak Hale girecekti sanki, "ben geldim" diyerek. Şükrü de "kraliçemiz gelmiş" diye takılacaktı sanki. "Kellemi almayın sultanım" diyecekti Hale'nin babası Hasan, Hale de okulda öğretmeninin anlattığı bir öyküde duyup da çok beğendiği cümleyi tekrarlayacaktı: "Tez kellesi vurula..."
Sesler mi yaşıyordu istasyonda, yoksa Ayşe'nin hayalgücü müydü bunlar bilemedi. İstasyon Büfe'nin de kapalı olduğunu canı dondurma isteyince fark etti. "Herhalde uzun sürecek biraz bu iş" dedi, çıkıp azıcık daha yürümeye karar verdi. Rayların öbür tarafına geçip yürümek istedi, boş arazide... Biraz ilerleyip arkasını döndü, siyah boyayla yazılmış Altuntaş yazısının silinmeye yüz tutan yerlerini gördü. Sonra kırık camları, biraz sonra kulbu sökülmüş ahşap kapıyı fark etti, kırık camdan içeriyi de görebiliyordu birazcık, biraz önce kapalı sandığı gişenin camlarının da yer yer çatladığını, kırıldığını fark etti. Sonra bir trenin düdüğünü duydu, sevindi. Heyecanla beklemeye başladı, trenin sesi gitgide daha yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tren hız kesmiyordu ama, bir yanlışlık vardı sanki. "Hayır" dedi Ayşe, "duracak."
Lakin tren durmadı, tüm hızıyla geçti gitti. İçeriden küçük çocuklar el salladılar Ayşe'ye. Hiçbir karşılık alamadılar, üzülmediler de ama, yolda kim bilir kaç kişi karşılık vermişti onlara, Ayşe bir şey ifade etmezdi...
Tren geçince, demin hayalgücünde sapasağlam kıldığı istasyonun harabeliğini iyice fark etti Ayşe, İstasyon terk edilmişti. Kullanılmıyordu, taşıdığı hüzün bundandı, o istasyon terk edilince sesler de hapsolmuştu içinde. Her terk edilmiş istasyon gibi, bir sürü kırık dökük anı barındırıyordu bünyesinde sarı taş bina... Ayşe koştu, kırık kapıyı açarak içeri girdi yeniden. Çatlamış gişe camlarını kırdı, istasyon camlarını iyice kırdı. Demin üzerine oturduğu bankın tahtalarının söküldüğünü fark etti neden sonra, yerde eski bir bilet buldu, "Ankara" yazan üstünde... Kırık banka oturdu, bileti alıp cebine koydu. Ağlamaya başladı, şimdi Ayşe, daha çok yaralıydı.

*Gülten Akın