25 Aralık 2007 Salı

Eksik Öykü 1

Sezen Aksu'nun Eksik Şiir isimli kitabının oluşumunda yayın direktörü tarafından uygulanan "sinüs eğrileri" fikrinden ilhamla kurgulanmış bir öykü bu...




İLK HAYALKIRIKLIĞI

Benim yaşamım bu. Teşekkür ediyorum... Hayata... Acılarım oldu tabii ki, herkes gibi. Ama bunun yanında çoğu kişiye nasip olmayan sevinçler de verdi hayat bana. Zaman zaman beni unutmalarını bile göze aldım, ama unutulmadım hiç. Hep tehlikeli sularda gezmeme rağmen... Bu yüzden teşekkür ederim hayata... Hep birilerini korumaya çalışsam da... Hep birilerinin yaptıkları yüzünden suçlansam da... Söyledim... Anneme söyledim. Kimseyi acıtmak istemiyorum dedim. Annem benim bu iyiliğimden ya da başka bir şeyimdem korksa da, dedim ona... Ben senin evladınım dedim. Onların bebeklerini kırıyor, gözlerini oyuyorlardı... Ben onları engellemeye çalışıyordum anne dedim. Böyle değildin sen dedi bana. Değildim gerçekten. Sevinçlerle uyanıyordum çok eskiden. Çocukluğumda.... Neredeydi çocukluğum? Gençliğim? Ne kadar da bol bırakmıştım onu her yerde. Annem ağlıyordu. Ağlama dedim ona. Hayat bu, ben de herkes kadar aldım acılardan. Yollara da bu yüzden düştüm anne dedim, yeni hayatlar bulmak için. İlk yenilen ben değildim, son yenilen de olmayacağım. Sen ağlama anne dedim, ben de herkes kadar yandım. Sen çocukluğumu sakla demiştim ona, saklamış. Her yerde bırakırken, en çok anneme bırakmışım. Tek kalan bu oldu elimde avucumda. Kimseden fazlam yoktu, kimseden az da değildim. Herkes kadardım işte, ama benim için çocukluğum, kirlenmemişliğim önemliyken, başkası için hırsları önemliydi. Kardelenler açardı elbet bir gün, karların altından, güneşe... Temizlenirdi ruhum o zaman. Dağım da, göğüm de, suyum da bendim... Açsındı yeterki kardelenler. Aç kardelen aç diye bağırdım annemin karşısında. Aşk için yaşadım dedim tüm bunları, her şey aşk içindi. Aşk için ölmeli demiştim, dedim anneme. Hatırladı. Unutmazdı ki benimle ilgili hiçbir şeyi. Ateşlere yürüyordun demişti o da bana. Acı ile, aşk ile büyüyordum o zamanlar. İlk kez aşık olduğum zamanı hatırladın mı diye sordum anneme. Onu da hatırladı. Ama olmayacak bir şeydi o. Ayrı dünyaların insanıydık. Hayat bunları dinlemiyordu ki. O koymamıştı kuralları. Toplum koymuştu. O da benim kadar biliyordu olmayacağını, görüyordu. Beraber olamazdık işte. Yine de ellerim kollarım bağlansa da beni acımasız sevdaya saldı yürek. Ne yapsam olmuyordu, hüzün beni terk etmiyordu. Bir maceranın peşinden koşuyordum bile bile bunun küçük zamanların bir harmanı olacağını. Sonunda elimde bir hiç kalacaktı, bense içimdeki çocuğu yeniden büyütecek, ateşlere salacaktım yeniden. Ben seçmemiştim beni, ben de yazmamıştım hikayemi. Uzun ya da kısa vadede keşfediyordum sadece. Çok harcıyordum, hırpalıyordum. Kibirliydim bir zamanlar... Kibirli olmak için o kadar çok sebep vardı ki, kibir de bir canavar gibi pusuda bekliyordu. Volkan gibiydi uykusu, ne zaman geleceğin, ne zaman gideceğini bilemiyordun. İşte yanmam lazım dedim, attım kendimi ateşe. Daha çok yol almam gerektiğini anladım o an, kendimden caymam gerektiğini... Eğer bu ateşe girip yanarsam, kendimden de vazgeçmem gerekecekti... Zordu... Çok zordu... Zaten bu yolun zorunu çoktan yürümüştüm ben, o zamanlar başındaydım belki ama. Beni terk edene bile, pişman olduğun zaman dön diyebiliyordum. Kaybedecek zamanım yoktu, gurur yapamazdım ya. Ben onu anlayacaktım, yaraları varsa saracaktım... Olmadı... İlk aşkımla kurallara göğüs geremedik, ayrıldık. Ağladım çok. Güzeldi ağlamak o zamanlar. İnsan olduğumu hatırlatıyordu bana hala. Bir kalp taşıyordum, belki ileride yeniden aşık olmak için. Ağlamak her şeydi o an, doruklarda aşk, sonsuz nefret... Nefesimdi ağlamak, nefesimdi... Daha ilk kez ayrıldığım için olacak, geçmiyordu saatler. Hep vaatler vardı etrafımda, mutluluğa dair, geçeceğine dair. Tüm cesaretim yok olmuştu sanki. Bir daha sevemem dedim, kalbim soğumuyordu. Gidemiyordum ilk aşkımdan. Yalan söylüyordum hep mecburen, unuttum diye. Çaresiz bir sancıydım sadece. Etrafımda maskelerle donanmış bir sürü insan vardı. Beni avutuyorlardı sözde. Ama yarım yaşanmıştı her şey. Dayanamıyordum o insanlara. Yeter diye bağırdım sonunda, beni bırakın benimle kendi halime. Çok hata yapmıştım, yasak diye korkup kaçarak. Çok hırpalanmıştım sırf bu yüzden. Ne renk, ne ışık... Vurulmuştuk işte. Bir bulut olsam diyordum, yüklenip yağsam... Sonra bulutlar gibi rahatlasam... Bir turna kadar rahat, kendimden emin yollara vurmak istiyordum. Şişede la'l, tepemde ay hilal... Çocukluğumdaydı bunlar. Radyoda yanık bir keman sesiyle uyandığım günler... Anneme döndüm, bunu hatırlattım. Tavanarasında duruyormuş radyo. O keman çalarken, annem bağırırdı içerden, "kahvaltı hazır..." diye. O günler bitmişti işte. Sonra anlayamadım ben dünyayı, çok defalar niyetlendim, çok defalar heveslendim, ama altından kalkamadım. Hiçbir yardan cayamadım. O kadar yürek yoktu bende demekki.Neydim o zamanlar, ne olmuştu şimdi şu tez canım. Yapamazdık demiştim ben ona... Yapamadık da zaten. Bizde yoktu öyle koca bir yürek. Cezalanmaktan korkmuştuk, sonra sevdalanmaktan vazgeçmiştik.Yeryüzünde sadece küçük iki noktayken, yasaklar yığılmıştı üstümüze. Ayrılmaya karar verdiğim gün, istememişti önce gitmek. Söylemiştim ona, ben seve seve yanıyorum diye. Bana ne borcun var, ne de minnetini istiyorum demiştim. Gitmemişti. Ben kalbimi sana vermeye hazırım, öğretilenler yalan demiştim, sonra da göndermiştim. Sonra da çok özlemiştim. Suçluydum ve cezamı çekiyordum.Yeni bir arayışa çıkmıştım, onun gibi. İyi şanslar diledim ikimize de... Ve o sabah... Güneş o kadar coşkulu girdi ki içeri, yaptığımın farkına vardım. Karanlığımdan kurtulmam gerektiğini düşündüm. Bağırdım kendi kendime, yakala saçından tut hayatı diye... Öp, öp, öp...

UMUTLANMAK

O sabah hayata uyandım. Uzun zamandır kulaklarım çınlamıyordu, adımı anan biri yoktu herhalde. Kendimi saklamıştım, herkes beni unutmaya başlamıştı belli ki. Gün gelir dedim kendi kendime, acının lezzetine de alışırım. Değişmeye başlıyordum işte. Anneme döndüm. Aşk için ölmeli demiştim ya anne dedim ikinci kez, onayladı başıyla. Ne yazık ki aşklar da çok değişti diye ekledim. Artık hep aynı mahallede geçiyor rüyalarım dedim, ana evini çok özledim dedim. Devam et anlatmaya, düşünmeye, rahatlarsın dedi bana. Peki dedim. Umutla dolduğum günlere gittim yine. O kış efkarlıydım, ama bahar geliyordu. Haykırıyordum, hadi yüreğim, ha gayret diye, hele sıkı dur, hele sabret diyordum. Sonra bir şey gelmiş olacak aklıma, yine anneme döndüm. Ben o günden sonra bir daha eskisi gibi olmadım dedim. Güvenmedim hiç, hep kendimi sakladım dedim. Hangi gün dedi bana, o gündü işte... O son ayrılığın olduğu günden beri. Yine geçecek dedi annem, geçecek elbet dedim. Ama bir daha dönmez genç baharlar, kim bilir daha kaç kiraz mevsimi var. Yine ilk aşkımın acısını yaşadığım günlere döndüm. Saklasa sözlerim, gizleyemiyordu dertli olduğumu.Bir duygu kasırgası sarmıştı her tarafımı, karşı koymak neye yarardı. Kadere lanet ettim. Gönlüme lanet ettim, başka birini bulamadın mı diye. Avanak, arızalı, arsız yüreğime... Sonra kahpe kadere... İlk aşkımla bana, sevmeyi öğretiyordu, tokadını yiye yiye gerçeğe aydım sonunda. Gerçekten sevene kadar vazgeçemeyeceğim dedim kendime. Taklidini istemiyordum aşkın, eğer hiç bulamazsam, hiç çıkamazsam bu karanlıktan, kafama bir huni geçirip, çıkıcaktım ortaya, deliyim diyecektim. Şimdilik perişandım, paramparçaydım, özgüvenim yerle yeksan. Aynada gördüğümü beğenmiyordum, kendi gözümde değerim noksan. Neler yapmak geliyordu içimden, ama utanmasam... Söz verdim kendime bilmem kaçıncı kez, acı patlıcanı aşk paklardı, son nefesime kadar deneyeceğim diye. Annem onayladı, başını sallayarak.

İKİNCİ AŞK

Ne ayıp biliyordu, ne günah. Esiyordu aklına, geliyordu. Onu gördüğüm zaman, acım daha bitmemişti tam olarak. Silindi ama bir saniyede. Yine küt küt atıyordu kalbim, harbim bitmese bile, liseliler gibi pır pırdı. Uykusuz gecelere talimdim yine. Gelip bana o kısık sesiyle saati sorduğunda...O şuh nefeste bitip mahvolmuştum işte. Şu başıma gelene bakın, aklımı oynatmam yakındı. Yine sevmiştim de ben bana benzemez olmuştum. Bir yandan da acıtıyordu aşk. Bir vapur düdüğü ötüyordu yine, veda dansına başlıyordu mendiller. O şuh nefesinde gözlerine göz değmişti, dudaklarında günah tadı vardı beni öperken. Ben hep affediyordum onu. Olan olmuştu, bırakmıştım kendimi. Artık aşk olmaz derken, mucize olmuştu, sevda açmıştım. Alıp kendimi ona kaçmıştım. Şükrediyordum onu gönderene. Bak seni de sardı mutluluk demişti annem, al işte sonsuzluk o zaman. Bir minik serçe gibiydim, hiç hevesim olmamasına rağmen. Daha da hiç uyumamıştım onu sevdim seveli... Tahtalara vuruyordum, dağlara taşlara... Yanarsa yansın dünya aşktan dedim, bu kez kurallara kurban etmeyecektim aşkımı. Bu kez o pes etti. Yine zarardaydım, bir günah etmiştim ki bu derdi hak etmiştim. Aşk kazası olmuştu. Ama bırakmamaya kararlıydım. Olmaz dedim, vazgeçmek olmaz. Ben sana varmazsam eğer gözüm açık giderim... Yapışkanlık yapmalıydım, sen sev, ben kulun olurum dedim. Bir dile bin yıl kölen olurum dedim. Olmadı, dünyayı yıkarım başına dedim, mecbursun hiç çaren yok. Ahdım vardı, baş koyacaktım yastığına yorganına. Benim bir suçum yoktu, o gün işe giderken, o çapkın rüzgar bozmuştu benim niyetimi. Bir görmüş, pir görmüştüm onu. Dedikleri çok ikna edici bir hal almaya başlamıştı aslında, bir yanım karşı koymaya karar vermişti, bir yanım istiyordu.Tövbem olsa da, bir yanda o vardı. Pes etmedim, savaştım. Öbürünün elini kara kollarını kırmak istedim. Banane dedim, beni al onu alma... Ve bir gün uyandım... Bembeyaz bir sabahtı, son yıllardaki en sert ayazdı. Ama ben sıcacıktım, taze kahve tadında... Umut ne kadar azken, gündelikken, anlıkken, birazken... Hissettiğim, kara kışta sarı yazdı. Uzandım, üstünü örttüm, öptüm olgun erik gibi ağzını. Kalbime tadını çıkar dedim... Mutlusun... Nihayet... Nihayet... Nihayet...

MUTLULUK

Bir çocuğum oldu. Kınalı kuzumdu o benim. Çok sevdim onu. Anneme döndüm, arayalım torununu dedim. Tamam dedi. Aradım... Ne yiyor ne içiyorsun, aklım sende dedim. Gel bu akşam bende demli bir çay iç... Olmadı yemeğe yetiş. Ben büyüdüm hala merak mı ediyorsun beni dedi. Bu yürek çarpıntısı ömürlük dedim, büyümedin gözümde bebeğim... Kapatırken telefonu, havalar soğudu dedim, üşütme yine kurbanın olurum. Telefonu kapattıktan sonra devam et dedi annem. Çok yüzsüz sevdim dedim anneme.Neler dediğimi bir bilsen. Neler dedin dedi. Anlatmaya devam ettim. Bir şey yazmıştım o günden sonra ona. Yavrum baban nereli, nereden bu kaşın gözün temeli demiştim.Boyuna posuna bin maşallah...Yüzümde güller açıyordu, o görününce köşeden. Sokağım aydınlanıyordu. Çatıdan, kapıdan, bacadan, her gece gel, gece gece gel dedim. Kaşı kalem gözü hurma, konudan komşudan annemden gizli gel dedim. Kızdı annem o an duyunca... Evlendik işte anne dedim, olsun dedi, öncesini bilmiyordum ben. Annem, beni aşka ver dedim, ben neyleyim aşksız bu bedeni, herkeste var... Tamam, tamam dedi annem, kestirip attı. Devam et... Rüyalarımdı, dualarımdı o.Bir sözü ile, ihtiyar oluyor, bahtiyar oluyordum.Cehennem, cennetimdi...Gerdanını, göbeğini öpe öpe seni elimde büyüteyim dedim. Yapamam, yapamam ben sensiz dedim... Derken... Bir haber geldi, gitmem gerekiyordu. O gece olan oldu zaten, her şey hızla anı olurken, can buna yetmiyordu. Kahrolası gurbet, bu uzun geceler, yangın yeriydi. En kötüsünü düşün dedim ona, belli değil dönüşüm dedim. Yakışmıyor dedim sana hüzün, gittim...

YİNE AYRILIK

Gurbet kolay geçmedi tabii, ama döndüm. Hemen ona gittim. Aç dedim kalbin, ben geldim... Uzak duruyordu bana, ne haber aşktan dedim. Anlamam toptan tüfekten... El gibi durma dedim sonra, gül biraz dedim. Uzaklaştı benden. Sonunda bir oyuncak kara sevda aldım, değişmemiştim yine, biraz çocuk kalmıştım. Acemiyken yoldan çıkardın beni, iç aslan sütü dediler bana, ama senin sarhoşluğun geçmez dedim. Seni tanımıyorum doğrusu...Bilemiyordum arka sokaklarda neler olduğunu, belli ki değişmişti bir şeyler. Bir aşk daha siliniyordu gönlümden, her kadehte yeni bir isyan canlanıyordu. Ve ayrılıklar bitmiyordu, bitmiyordu, öğütüyordu. Hep aynı hikayeydi, gönlüm düşünce aşka, her ayrılık aynıydı, yalnız kişiler başka... Bu kez tecrübeliydim, geçer diye haykırdım kalbime, neler neler geçmedi ki dedim. Ben hep biraz deliydim, böyle kalmalıydım, ne de olsa geçer dedim. Tüm onurumu ayaklar altına alıp, gittim ona. Bak dedim, yüreğime bak. İçimi hisset... Gel yatağıma gel dedim, aç penceremi... Onursuz olmasın aşk dedim sanki çok kalmış gibi. Kırılma, küsme, sen şiir yaz, özgürlük kadar güzelsin dedim. Olmadı... Sonunda biraz daha zaman dedim, yalnızlıktan korkuyorum... Karanlıktan da korkuyorum, ışıklarım ondan yanıyor dedim. Gidiyorum dedim en sonunda... Yine olmadı... Tutuklu kaldım sende dedim, senden öncesi, senden sonrası yok dedim. Geçmiyor zaman, yetmiyor canım hatıran... Olmadı, olmadı, olmadı... Ben de sakladım gözlerimi, sustum hep sözlerimi, yandım közlerim, savur savur bitmedi...Sızım sızım sızlıyordu içim, gözümde akmayan yaşlar vardı. Biliyordum sonu vardı bunun, sonu geliyordu her sorunun. En sonunda beraberce karar verdik ayrılmaya, alışmalıydık arkadaşça yolları ayırmaya. Kaybolan yıllarımı verseler... Onunla bir ömür vaad etseler... Yeniden ister misin deseler... Tek bir söz söylemeye hakkım yoktu...

DÖNÜŞ

Sıra annemin bilmediği bir hikayeye gelmişti, ona söyledim. Daha dikkatli dinlemeye başladı. Devam ettim anlatmaya. Kapı çaldı bir gün... Açtığımda oydu gelen, kısa bir an, bir tutuşma... Her şey o an darmadağın olmuştu. Ellerim ellerinde kaldı o gece, dudaklarında dişlerim... Sonra geldiği gibi çekip gitti o gece. Söndürmüştüm ben yangınları, niye dönmüştü... Annem o gece yaptığım şeye kızdı. Yok ki daha iyi bir yolu dedim. Kurşun gibi hızla akıyor zaman, anlık şeyler bunlar dedim. Dünya adaletiydi bu kötülükten ziyade. Kendime sordum, yetinmeyi bilir misin sana verdiği kadarıyla hayatın. Gittim yine, alışıktım gitmelere... O gece başka neler oldu diye sordu annem. Ben onun ta içini gördüm, yavru kuşumdu o benim dedi. Ben o yollardan çoktan geçmiştim, merak etme anne, ruhumu şeytana teslim etmem, hiç etmedim dedim. Peki niye aldın içeri dedi bana. O an öyle bir ruh halindeydim ki, vazgeçmiştim, gözlerinden, sözlerinden, bir ah demesi yeterdi. Hala usanıp, uslanmadım...Aşka ölüp, aşka doğmasaydım, kendimi masallara adar mıydım? Bir geceden sonra, ben bıraktığı yerdeydim. Ay kadar uzaktım, onun yaşadığı başka hayattı. Unutulmuştum, unutmuyordum. Modası geçmiş kalbimle, inadına seviyordum. Belki dünya hiç dönmüyor dedim ona o gece, imkansız dedim, yanıldılar, ölüm yok, ölünmüyor... Gel uçurtma bayramları var, gel yenilme... Tükeneceğiz dedim, senle de sensiz de olmuyor, gel senle olsun dedim. Etrafımızı sarıverecek yoksa, bir boşluk. Niye bu kadar üzgünsün dedi. Sorma dedim, ne haldeyim, kederdeyim... Ama utanırım, söyleyemem... Sorma dedim. Gittiğinde, zannettim ki yerine koyarım, her köşede aşk var. Ama olmadı, senden sonrası tufan dedim. Sen de benden memnun değilsin, ben de değilim benden, sıkıldım, düşün bitmiyor bu hesaplaşmalar. Pişmanım bu ben telaşlarından dedim, gel dedim, uçurtma bayramları var... Gelmedi...


Devam Edecek...

1 Aralık 2007 Cumartesi

"Küçüğüm, daha çok küçüğüm..."

"Büyüyünce ne olacaksın" dedi, "bilmiyorum" dedim. Şu an n'apıyorum? Okuyorum. Nerede, üniversitede. Ama...
Üniversite meslek öğretir, iki üç yıl sonra mezun olduğumda meslek sahibi olmam beklenir benden. Oysa ben "küçüğüm daha çok küçüğüm..."
O kadar uzak geliyor ki bir meslek sahibi olmak, insan hiç büyümeyecek sanıyor kendini. Hiç bitmeyecek çocukluk gibi geliyor. Oysa, yirmi yıl geçmiş.
Hatırlıyorum, daha dün çift rakamlı yaşlara geldim diye seviniyordum, o zaman da küçüktüm, şimdi de küçüğüm, "bu yüzden bütün hatalarım, övünmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem."
Çift rakamlı yaşlara geldiğimde yaşadığım mutluluk şimdi hüzün veriyor, çift rakamların ikinci serisine giriyorum.
Üç yıl önce, belki de dört, o zaman daha mı farklıydım? Ben o zaman meslek sahibi olmak istemezdim, "benim yapabileceğim meslek yok yazarlıktan başka" derdim. Şimdi yazarlığımdan da emin değilim, ama o zamanlarda çok farklı bir şey vardı, daha kayıplar yoktu. Öğrenmemiştim, şimdi ise "ayrılık ölümden çok."
Yapmak istediğim şeyi hala biliyorum ve eminim, ben yazar olmak istiyorum, bir köşe yazarı. Çok cocuksu ama şarkıcı olmak istiyorum, sesim güzel olsaydı bunun üstüne giderdim, bir gün büyük bir konser alanında çıkıp herkes tarafından alkışlanmak istiyorum.
"Küçüğüm daha çok küçüğüm..." bu yüzden meslek sahibi olmadan önce ülkemi ve dünyayı gezmek istiyorum, mavi turlara çıkmak, dev gemilerle seyahat etmek, mısır piramitlerini, pisa kulesini, empire state building'i görmek istiyorum, "savunmam bu yüzden, bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem."
Büyüdük mü sahi biz?
Büyüdük galiba, eskiden yüz aşinalığı olan isimlerin ilişkilerine bakıyorum teknoloji sayesinde, o kadar kopmuşlar birbirlerinden, eski arkadaşlarından, sanki hiç tanışmıyor gibiler.
Oysa ben? Oysa biz?
Biz hiç kopmadık ki. Hala beraber tatil planları yapabiliyoruz, beraber bir şeyler paylaşabiliyoruz, o kadar değerliyiz hala birbirimiz için.
"Küçüğüm daha çok küçüğüm...", bu yüzden hiçbirimizi meslek sahibi olarak düşünemiyorum, iki yıl sonra, bir yıl sonra çalışmaya başlayacak olmaları, olmamız, beni şaşırtıyor, biz büyüdük mü o kadar, küçüğüm ben, bu yüzden bu kavramı oturtamıyorum, "yenilmem bu yüzden, bu yüzden bir çocuk gibi korunmasızlığım."
Acımızda da yan yanaydık, tatlımızda da, şimdi hayat şartları bizi eski o kalabalık konuşmalardan alıkoyuyor ama, biliyorum kopmadık.
Oysa ben hala "küçüğüm, daha çok küçüğüm..." bu yüzden de inanamıyorum bir insanın kötü olabileceğine, şaşırıyorum, biri nasıl öldürüyor birini, nasıl? Oysa gerçekten "bu kızgın bu kalp kıran eller, bir zaman bebektiler."
Herhangi birinden bahsetmiyorum, aslında herhangi birinde, herkesten bahsediyorum.
Koptuğum insanlar da çok oldu ama, bundan sonra olmayacak, çok kararlıyım, küçüğüm evet, bu yüzden de sonsuz endişem, bu yüzden hala kendime güvensizliğim, ama bırakmam kimseyi artık.
Küçüğüm ben daha ama, çocuğum belki, büyüyemedim de, şair ne diyor aslında, "bir ömür yetmez büyümeye."

29 Kasım 2007 Perşembe

Benim Sandığım 3

Kıbrıs bitti sanırım. Orçun da yazmadı bana hala, bulamadım onu. Soyadını bir hatırlasam, gerisi gelir belki, belki de çok uzakta değil, ama bulamıyorum. Çok istiyorum bulmak, belki değişti. Kim değişmedi ki zaten, "haklısın ben de çok değiştim" diyor şarkıda Sezen, "değiştim maalesef değiştim" diyor. Değişim kaçınılmaz, Orçun'u şu an bulsam bile, sanki yeniden tanışıyor gibi olacağım. Olsun, bence iyi anlaşırız.
Ağrı'da sıra. Ağrı'da Cumhuriyet İlköğretim Okulu'nda okudum. Orada da ilk tanıştığım Özgür'dü, üç yıl boyunca hem en büyük kandırıcım oldu benim, hem de en iyi arkadaşım. Orda da onunla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Yani o yaştakilerin ne kadar gitmezse.
Sürekli beni kandırırdı, en büyük zaafımdı Power Rangers, elinde muhteşem Power Rangers oyuncakları olduğunu iddia ederdi, kocaman bir makine ve o makinenin yaptığı canavarlar çok çekici gelirdi bana. Zaten hep o kahramanlar üzerine kuruluydu hayal dünyam, oyuncak kılıcımla çıkıp dışarı bağıra bağıra "he man gölgelerin gücü adına" der, ertesi gün de Ninja Kaplumbağalar'dan "Leonardo" olmaya karar verirdim, sonra bulduğum bir zinciri elime alır "Michelenjelo" olurdum. En büyük hayalim bir power rangers kostümüm olmasıydı. Rüyalarıma bile giriyor olabilirdi.
Bir çocuk için fazlasıyla psikolojik bozukluğa da yol açabilecek ya da ondan yeni heyecanlar çıkarttırabilecek bir olayın ortasında gitmiştik Ağrı'ya. Biz gitmeden bir sene önce teröristler taramıştı lojmanı. Zaten bu bilinçaltına öyle bir işliyor ki insanın, 29 ağustos'ta bir gün babam nöbetçiydi ve o gün evde yalnızdık. Ertesi günkü havai fişek gösterisi için prova yapılıyordu ve biz sandık ki gene teröristler geldi. Hemen tüm ışıkları söndürüp koridora fırladık, sonrasında da sesler durulunca yukarı çıktık komşuya. Çok komik geliyor şimdi anlatınca, ama o zaman baya korkmuştuk.
Bir gece de çalıların arasından bir ses gelmişti de herkes çıkmıştı çalıları aramaya, terörist geldi diye. Kedi çıkmıştı.
Lojmanın arkası hayvan pazarıydı ve o pazardan lojmana giriş müsaitti, herhangi bir engelleme yoktu.
Benim bir de sesli tabancam vardı, o zamanlar çok modaydı onlar. Pat pat patlatırdım.
Kar yağdığı zaman hemen dışarı çıkardık, zaten çoğu zaman kar kalkmazdı ve durmazdı. Okuldan eve dönerken yürüyerek dönerdim pek çok zaman.
Özgür de benimle gelirdi ve o Power Rangers hikayelerini anlatırdı.
Hocam Fatma Çakan'ı çok severdim, bazı günler okul çıkışı kurs olurdu. Orada söylediğim çok büyük bir yalanı hatırlıyorum, "bugün kurstan erken çıkabilir miyim, annem öyle istedi." Halbuki yoktu tabii ki öyle bir şey, ama çıkmıştım, çünkü canım istemiyordu. Bir keresinde de beni insanlara yardımcı olayım diye tembeller sırası dediğimiz yere almıştı, ben de başlamıştım ağlamaya, hoca da bana laf sokmuştu, bak nasıl hatırlıyorum, "demek ki sen arkadaşlarına yardımcı olmak istemiyorsun" diye. Çok üzülürüm hala.
Ağrı'da karşı komşumuz olan ikizler, apartmanımızdaki ingiliz gelin, bakkal maceralarım ve okula gidiş gelişlerim, dördüncü bölüme kalsın.
Şimdilik bu kadar, çok basit bir dille anlattığımın farkındayım, ama zaman ilerledikçe dilim de ağırlaşır.
Şimdilik sadece bu yazıların her birinin sonuna uyan dizeyi kullanıyorum, "ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık."

7 Kasım 2007 Çarşamba

Benim Sandığım 2

Uzun zaman oldu yazalı birincisini, epey ara verdim ama, artık hiç ihmal etmeden yazmaya kararlıyım, o kadar çok anı birikiyor ki, bir şekilde onları dışarı çıkarmak lazım bazen.
En son yazımda flüt korosundan falan bahsetmişim. Yine rastgele anlatmaya başlayayım. Çorlu'dan aklımda en belirgin kalan insandan bahsetmek istiyorum, Orçun. Çok istedim onu bulmak, yeniden onunla görüşmek, ama o zaman henüz 7 yaşındaydım, şimdi 20. Değişmek değil, başka bir insanım şimdi. O zaman küçük bir çocuktum ve zevk aldığım şeyler başkaydı, kuşkusuz Orçun'un da aynı. Küçükken en iyi arkadaş olanlar, koptuktan sonra yeniden birleşirlerse, aynı olabilirler mi sorusunu hep sorarım. Sanki yeniden başka biriyle tanışıyor gibi olur insan. O zaman neler yaptığınızdan belki bahsedebilirsiniz, ne kadarını hatırlıyorsanız, ama artık dinlediğiniz müzik değişmiştir, okuduğunuz kitaplar, okuduğunuz okullar, geleceğe yönelik hayalleriniz farklıdır. Bunlar bir insanın iyi anlaşması için biriyle engel mi?
Olmaması lazım. Lise arkadaşlarım, çok özeller. Hepimizin hayalleri, beklentileri, dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar farklı. Ama o kadar ortak bir lisan, o kadar ortak bir dil konuşuyoruz ki. Hiç kopmayız onlarla, hiç kopmam. Bırakmam...
Neyse, gene Kıbrıs'a dönelim, Orçun'a. Kıbrıs'ta ne yaptıysam Orçun'la yaptım. Her şeyi... Ama şimdi soyadını bile hatırlamıyorum, yüzü net, konuşması net, ama soyadı bile yok. O kadar tanıdık, bir o kadar yabancı.
Bisiklete binmeyi onun evinde öğrenmiştim ben, onun bisikletiyle. Ayaklarımı yere vura vura sürerken, birden ayaklarım bisiklette giderken bulmuştum kendimi. Yüzmeyi de onunla öğrendim. O kolluksuz yüzüyordu, çocuk aklı işte, çocuk cesareti, kıskandım, kollukları denize atıp kendimi bıraktım.
Beraber babamların askeri minibüslerine de bindik, jiplerine de bindik. Flüt korosu hikayesi de bu işte. İlkokul birinci sınıfta aynı sınıfta olduğumuz için, flüt korosuna da beraber katılmıştık. Gerçi biz onunla şarkı söylüyorduk, flüt başkaları çalıyordu. Biz ses sanatçısıydık kısacası. :)
Kıbrıs'tan aklımda kalan diğer isimler, Armağan ve Cansu. En net isimler bunlar yani. Sima olarak hatırladıklarım...
Başka yok maalesef. Kıbrıs'tan sonra da Ağrı'ya gittik, Ağrı'da da üç sene kaldık, ama onları da çok hatırlamıyorum. Orda da aynı şekilde Özgür var, Özgür Kılıçarslan.
Bak bunun soyadını hatırlıyorum. O da beni az kandırmadı evde mini bir Power Rangers üretim oyuncağı olduğunu söyleye söyleye... Ama ne biliyim, ne kadar kandırırsa kandırsın, onu da bulmak istiyorum.
Belki okurlar burayı, nerden okuyacaklarsa artık. Okurlarsa bir yorum yazsınlar, bir şey yapsınlar. Ben onlara ulaşırım.
Kıbrıs da çok güzeldi, Ağrı da çok güzeldi. Ağrı hikayesi de öbür yazıya kalsın. Kıbrıs bitsin burada madem. İlkokul bire giden biri ne kadar çok şey hatırlayabilir ki?

5 Kasım 2007 Pazartesi

"Bir kedim bile yok..."


7 Ekim 2007...
Koskoca yuvarlak bir salon, adı Royal Albert Hall. Türkiye'nin en büyük sanatçısı, biraz sonra, sahnede duran o kısacık mikrofonun önüne gelecek, şarkı söyleyecek, adı: Sezen Aksu.
Oojami diye bir grup çıkmış önce, dansöz oynatmış, rap parçalar söylemiş. Ama kimsenin onları dinlediği yok, herkesin gözü saatlerinde, dokuzu bekliyorlar.
Dokuzda Sezen çıkacak, "tüm dünyaya şarkı söylemeden ölmeyeceğim" diyen Sezen, Royal Albert Hall'de şarkı söyleyen ikinci Türk olacak.
Oojami'den sonra bir ara veriliyor, aslında kimsenin ara falan istediği yok, ama maksat adet yerini bulsun.
İnsanlar dışarıda sigaralarını içiyorlar ve saat dokuz olunca salona girmeye başlıyorlar.
Klasik Türk davranışı, salon vaktinde dolmuyor. Herkes son anda içeri girmeye çalışıyor, ama burada onları beklemiyor Sezen. Sadece on dakika gecikmeli geliyor orkestra yerine.
Birkaç dakika sonra da Sezen... Yüzü sahnede gözükür gözükmez, tüm salon ayağa kalkıyor. Ne yapacağını beklemeden, ayakta alkışlamaya hazır seyirci Sezen'i. Memleket havası getiriyor Sezen onlara, ülkelerinden rüzgarlar, melodiler, notalar, sözler, şarkılar getiriyor. "İklim değişir akdeniz olur" diyerek umut aşılıyor.
Önce haykırıyor, "daha dün yaşananlar, hem yakın hem uzaktalar..."
İlk şarkıdan havasına giriyor konserin, o mutluluğu yakalıyor. "Gülümse" diyor, ne olursa olsun "gülümse ki bulutlar gitsin."
"Bir kedim bile yok" diye bağırıyor. Her şeyi düşünüyor, ikinci dünya savaşında ölmüş çocukların ağıdını bile Sezen yakıyor, "onlar da hep insandılar, ve sevgiye inandılar" diyor, "sene 1945, acıları tarihlerden" diyor, "öfke ile beslenen çocuklar yalnızdırlar" diyor, ama her şeye rağmen, "gel, asırlardan uzan da tut ellerimi..." diyor. Ağıdını yaktığı çocukları sevdiğinden bahsediyor, "bir çocuk sevdim uzaklarda" diyerek, "dünyanın haline bakıp güldü geçti" diyor.
Bu kadar hüzünlü şarkıdan sonra, Sezen'in daha fazla hüzünle devam etmesini beklemiyor kimse, o da zaten kendisinden bekleneni yapıyor.
"Haydi gel benimle ol" diye çağırıyor, cilveli cilveli söylüyor şarkıyı. Salon kahkahalarla gülüyor. Gene cilveli cilveli, "sizin kalbinizle benim kalbim arasında bir köprü var" diyor İngilizce.
"Yaşarız bu tende bu heves oldukça yarim" diye giriyor, o acı gerçeği yüzümüze vuruyor, "geçti geçiyor bu yazlar ne hain" diyerek.
Gerçekten de yazlar kalmıyor, kışlar, baharlar hep kalıcı, yazlar bitiyor. En sonunda şarkının tüm gücüyle haykırıyor, "alev alev tutuş benimle hadi" diye.
Ve o acı şarkıya geliyor sıra, hiçbir zaman kesmeden söyleyemediği, kalbinin buna el vermediği şarkı, melodisi nerde duyulursa duyulsun, harbiye'de de, anatolia'da da, royal albert hall'de de aynı alkışla karşılanan şarkı.
"hasret oldu, ayrılık oldu..."
Ki gene şaşırtmıyor Sezen, tam çıkış noktasında, dalga geçecek bir şey buluyor yine. "acılanmam..." kısmını seyirciye bırakınca, doğal olarak seyirci söyleyemiyor, hangi zor şarkıyı söyleyebildi ki zaten. Sonra Sezen alıyor sazı eline, "acılanmam..." diyor nameli nameli, o ilk 86 tarihli Sen Ağlama plağındaki gibi bağırıyor.
Bir alkış, bir kıyamet... Sezen bu, yine yapıyor esprisini. "Very normal, very normal, i'm singer, i'm better than you" diyor.
Sonra hep beraber el birliğiyle söylüyoruz, "sen ağlama, dayanamam..."
İkinci bölümde aynı şeyleri yapmıyor, söylüyor şarkıyı. "Yüreğim bende kalırsa yaşayamam" diyor, yüreği olmazsa yaşamak çok mümkünmüş gibi. Ama fazla geliyor o yürek ona belki, "onno tunç'a sevgilerimizi yolluyoruz" diyor, yine anıyor "yol arkadaşını."
Ve şimdi fıkır fıkır oynama zamanı, "seni gibi fındıkkıran..."
Şarkı bitince, "bütün konserler 1.5 saat, benimki kim bilir kaç saat" diyip içeri gitmeye çalışıyor Sezen, ama seyirci "devam" diye bağırıyor.
Sezen de "her normal insan gibi ihtiyaçlarınız olduğunu düşünüyorum" diyor, seyirci itiraz ediyor, "yok ihtiyacımız."
Sezen de dayanamıyor, "ayol benim var ihtiyacım, birazdan beraber olacağız, cicilerimi de giyip gelicem" diyor. Gidiyor içeri.
Ara çabuk bitiyor neyse ki, 10 ya da 15 dakika sonra Sezen yine sahnede.
"Hiç kavga bilmez gülle yaprak, hiç kıyar mı ağaca toprak" diyor, doğanın da ağıdını Sezen yakıyor. "Bu kimin oyunu, ilk kim bozdu sonsuz uyumu?" diyerek.
Yabancı ülkede, Mevlana'yı da tanıtacak. "Her gün bir yerden göçmek ne iyi" diye giriyor şarkıya Sezen. En başından belirtiyor, "bu şarkının sözleri Mevlana'ya ait" diye. "Yıllar önce okumuştum bu şarkıyı" diyor.
"Dün ile beraber gitti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım..."
Yeni şeyler söylemeye devam ediyor Sezen, "yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte" diyor, "bulutlar yüklü ha yağdı ha yağacak..." diyor.
"Kendimden kaçak, yarim keskin bıçak, nerde bende o yürek, yardan cayacak" diyor.
Haykırıyor tüm gücüyle, "ben bu dünyayı anlayamadım, niyetlendim de altından kalkamadım" diye.
Fahir Atakoğlu'nun melodisiyle, kendi sözlerini söylüyor, "Ah şişede la'l, hem de ay hilal, bir daha da görmedim öyle yazı."
Bir kadını çıkarıyor sahneye, "i'm ready for love" diye şarkı söyletiyor. Sezen şarkı söylerken ağlıyor o kadın. Anlamadığı dile ağlıyor.
Artık sonuna geliyoruz konserin, kim bilir kaçıncı kez, "rakkas geldi meydane" diyor Sezen, "böyle dilber gördün mü" diye soruyor salona ve "hoşçakalın" diyor.
Ama seyirciler bırakmıyorlar, "sürem bitti" diyor Sezen, "çıkmazsam görün bakalım napıcaklar beni" diyor.
Seyirci "Sezen" diye haykırmakta kararlı. Sezen de dayanamıyor bu coşkuya "bir kıvılcım düşer önce" diye giriyor şarkıya.
Bilmem kaç yıllık o koca yuvarlak binanın içinde, bilmem kaç yıllık balkonlarında, localarında, koltuklarında, taşlarında, tek ses duyuluyor, Sezen'in sesi. "Bir kedim bile yok" diyor Sezen...

7 Haziran 2007 Perşembe

Benim Sandığım 1

Ersin Karabulut'un "Sandık İçi" köşesini okuyup da, kitabını alarak içimde ben de eskileri anlatma hevesi uyandırdım. Daha orjinal bir isim bulana kadar da bu isimle devam edeceğim.
İlk olarak, Çorlu ve Kıbrıs'tan başlamak istiyorum. Gerçi bir sırayla gitmem büyük ihtimalle, fakat en azından kronolojik olarak hatırlayabileceğim ilk anlardan başlayayım.
İstanbul'da doğmuşum ben, yani doğdum derim hep ama, çok saçma düşününce. Doğma eylemini hatırlamıyorum ki.
Oradan Çorlu'ya... Çorlu'nun çoğu kısmını hatırlamam. Evimizin içini hatırlamam, dışını hatırlamam. Yolları falan hatırlamam.
Ama bazı olaylar nettir mesela. Örneğin amca dediğim babamın teyzesinin oğlunun gelip bizde kalması çok net aklımda.
Sonra eve giden bir yokuş vardı Çorlu'da. Hatta bir de bakkal vardı o yolda. "Mama Amca" ve "Mama Teyze" derdim onlara. Öldüler mi acaba? Yaşıyorlardır umarım. Bir gün onlardan bir şey almış elimde torba eve dönerken, karşıdan karşıya geçiyordum. Motorsiklet geliyordu, yani geliyormuş, hala öyleyim, dikkatsiz, bakmadan atladım yola. Motorsiklet'i sonra gördüm, koşmaya başladım, ama küçücük çocuk nasıl koşar ki? Koştum, koştum, koştum... Sanki motorsiklet benim üstüme mi sürdü? Öyle gibi geliyor, ama o görüntü, o kadar net, o kadar belirgin ki, hala unutamadım. Sanırım ezilme ve sonra da ölme korkusu bunu bu kadar gerçek ve belirgin kılan.
Bir keresinde de kardeşim mızıka çalmaya çalışıyordu bana, dinletmek istiyordu. Ben de o zaman onu dinlememiştim. Banane demiştim. Çocuk aklı işte... O da aklımda nedense... Zaten taa o zamandan pişman olmuştum. Belki gidip bir daha çal demişimdir de çalmamıştır. Pişmanlık duygusunu çok erken tanımışım demek, ama aslında her çocuğun vardır pişmanlıkları da benimkiler böyle...
Çorlu'dan başka görüntüler yok aklımda pek. Olanlar da net değil, kar yağdığında dışarı çıktığımızı hatırlıyorum.
Şimdi aklıma geldi, bir kere Ankara'dan Çorlu'ya dönerken çok kar vardı, şarambole düşmüştük. Daha doğrusu şarambolde sürmüştük arabayı. Çünkü devrilme falan olmamıştı neyse ki. Sonra o gece bir benzinlikte kalmıştık. Ama nasıl kaldık, nasıl bir yerdi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım sahne şarambole düşüşümüz.
Kıbrıs'a gelirsek; aslında bunu iki parçaya bölebiliriz, buradan anlatacak daha çok şeyim var sanırım.
Yine bir pişmanlıkla başlayayım, babamın çalıştığı yerde -batarya- bir asker adımı sormuştu da babam kaybolmuştu yani odasına gelmemişti daha ben onu arıyordum ağlayarak, askerin yüzüne antenle vurmuştum, anten vardı elinde askerin, onu yüzüne ittirmiştim. Sonra ona pişman olup, otuz saat askeri aramıştım, o civarda karşıma ilk çıkan askere adımı söyleyip de rahatlamıştım. Bir de askere "bana adımı soran sen miydin" diye sorduğumu hatırlıyorum. Asker gülümsemişti galiba, ama ne demişti, hiç bilmiyorum.
Kıbrıs diyince aklıma gelenlerden biri de, yılbaşı ve doğum günü partileri. Ben hiç öyle şeyler görmemiştim. Seni biri doğum gününe çağırdığında o sana hediye alıyordu. Sen de ona alıyordun gerçi ama, doğum gününe gelenlere hediye dağıtılıyordu. Yılbaşı'nda da saray gibi bir yere gidiyorduk. Çok güzeldi. Noel Baba oluyordu girişte, kucağına oturuyordum, bana oyuncak veriyordu. Bir çocuk saflığında anlatabilmek istiyorum bunları, ondandır süslü cümleler kurmayışım.
Galiba Kıbrıs'tayken, bir Ankara seyahatimizde, Kuğulu Park'ta, kuğulara simit atarken havuza düşmüşüm. Düşüşümü hatırlamıyorum, hatırlasam da bugün Kuğulu Park'ın olduğu yer yok gözümün önünde, sanki başka yerdeymiş gibi görüntüler var. Suya düşüşüm de yok. Çünkü beni mutsuz eden bir olay değilmiş o. Hatta eve gider gitmez dedemi arayıp, marifetmiş gibi, "dede ben havuza düştüm su soğuktu" demişim. Dedem de "aferin evladım" demiş, ne desin. :)
Kıbrıs'tan hatırladığım bir başka şey de, bir ev vardı, Türk'lere ait. Bu Kıbrıs birleşikken orayı rumlar basmış. Evin içinde hala sofra o gün olduğu gibi kurulu duruyor. Biri banyo yapıyormuş o esnada galiba, küvette kanlar var. Bir tek küveti ve sofrayı hatırlıyorum o evden... Kıbrıs'a bir de bu yaşımla gitmem lazım sanki.
Okul hayatım da değişik. Okula başlayana kadar her gün annemi "okula gitmek istiyorum" diye zorlarmışım. Çok hevesliymişim okula. Bunu yapıp da okulun ilk günü okuldan kaçıp da eve gitmek isteyen ve ağlayan tek çocuk ben miyim?
Önlüklerimiz yeşil-beyaz kareliydi. Flüt korosundaydım ben. Daha sonra bayram törenlerine de çok katıldım. Bunlar da ayrı bir hikaye olsun.

29 Mayıs 2007 Salı

Gerçek Akıllı

Bin bilsen de bir bilene danış derler, çünkü başkasının da fikirlerinin önemli olduğunu bilirler. İnsanların en çabuk düştükleri hatadır bu, bildiğini düşündüğü bir konuyu araştırmamak, kimseye sormamak, kimseden faydalanmamak… Faydalansa bile burnunun dikine gitmek, başka bilgilere aklını kapamak.
Aslında bu iş sonsuza dek böyle yürümez. Bilgi sahibi olmadan, fikirlerle dolmuş insanların aksine, gerçekten fikri olan, gerçekten aklı olan insanlara bakmak gerekir. Bir okulu birincilikle bitirmek, üniversiteyi birincilikle kazanmak akıllı insanın belirtisi değildir. Gene üniversiteyi kazanamamak da bir insanın akılsız olduğu manasına gelmez, çünkü bugünkü eğitim sistemi ne insana aklını kullanmayı öğretir, ne de akıllı olmayı, zeki olmayı, fikirler üretmeyi... Sadece sabit birinin fikri üzerinden, her insanı tek örnek aynı fikirle doldurmayı amaçlar eğitim sistemi, ezberci, öğrenci pasif bir sistemdir bu.
Gerçekten akıllı olan insan, aklını kullanmayı bilendir en başta. Bir insan çok zeki olabilir, her şeyden öte, çok bilgili de olabilir .Akıllıysa bu bilgileri fikirlere dönüştürür. Kalem kılıçtan keskindir derler ya, kılıcı kullananlar mecbur kalmadıkça her zaman akıllı olamayan insanlardır.
“Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır” diye biraz kaba, biraz halk dilinde bir deyimimiz vardır ya. Eğer konuşmaya yönelik tüm olanaklar kapanıyorsa, orada taraflardan birinin gözünü ya hırs bürümüştür, ya da konuşarak anlaşamayacak kadar akılsızdır.
İşte bu koşullar altında, bir de başka bir olasılık girer devreye. “Karşısındakinin yerine geçip, onun gibi düşünmek…”
Akıllı insan gerçekten bunu yapabilir. Karşısındaki insanın aklını alır, ona göre düşünür. Bu kuşkusuz çok güzel bir yöntemdir.Bu sefer ikna gücü yükselir, karşı tarafı köşeye sıkıştırır, kılıçlar çekilmeden, kalemlerle çözer olayı.
Bir şekilde bir konu hakkında fikir sahibi olmuş insan, “bir lafı söylerken bin düşünerek” konuşmalıdır. Etrafındaki insanların fikirlerini dinlemeli, bunları süzmeli ve gerçekten değer verilebilecek olanları kendi kotasında eritip, onların da fikrinden yararlanarak kendisine bambaşka bir fikir elde edebilmelidir.
Graham Bell telefonu bulmuş. Bunun sistematiği belli, çalışma tarzı belli. Ondan sonra gelen insanlar, aynı sistemin temelini almışlar. Yani Graham Bell’in aklından, fikrinden, buluşundan yararlanmışlar. Ondan sonra önce, çevirmeli değil, tuşlu telefonlar, telsiz telefonlar, cep telefonları, en sonunda ise kameralı, fotoğraf makineli çıkmış. Şimdi ise, gelinen son nokta, görüntülü telefonlar.
Graham Bell işin temelini atmış, bir mantık koymuş ortaya. Üstüne gelenler hep Graham Bell’i temel almışlar, her biri ondan öncekinin aklını kendi aklıyla birleştirmiş.
İşte akıllı insan bu yüzden başkasının aklını kullanan insandır .Dünya tarihindeki geliştirilmiş diğer tüm buluşlar hep işin temelini atan insanın fikrine başka fikirlerin eklenmesiyle oluşmuştur. Bu çok uç bir örnek olsa bile, günümüzde de bu sistematik böyle ilerler. En azından böyle ilerlemesi gerekir. Başkasından aldığımız fikirleri, görüşleri, geliştirip, üstüne kendi fikirlerimizi koyarak bir şeyler elde ederiz.
Bugüne kadar neler geldiyse başımıza, başkalarını dinlemediğimizden, onların fikirlerine kulak vermediğimizden geldi. Yıllardır depreme hazırlıklı olun diyorlar, yıllardır küresel ısınma diyorlar, ama hiç kimse akıllanmıyor. Sanıyorum dünya gerçekten akılsız bir hal almaya başladı. İnsanlar sabit fikirli oldular. Gerçekten başkalarının fikirlerini önemsemiyor gibiler. Onları dinlemediğimiz için bu haldeyiz, ne olur birazcık dinlesek.

29 Mayıs 2007, bir lise ödevi...

28 Mayıs 2007 Pazartesi

Bi-Mekan

Çingenelerin bir tane atasözü varmış.
"Evde oturan adam ölür."

Mekansızlık, özgür ruh...

"Bana her kuytu yuva ki yoktur orada hiç zaman
Hele bir de pamuk prenses girerse düşün bir yerinde
Değmeyin keyfime, sizden daha mutlu bu bi mekan"

Hoşgeldim...